Ancak olayın olmaması gereken bir başka boyutu ise saltanat
sahiplerinin baskı ve tahakkümlerinden dolayı Ehl-i Beyt imâmlarına ulaşmak
zorlaşınca insanlar mücbir sebeplerden dolayı ehil olmayan kişilerden,
yanılabilir potansiyele sahip insanlardan din öğrenmeye yönelince, din
bütünlüğünde tahrifatlar ortaya çıkmaya başladı ve insanlarda din algıları da
değişir oldu. (Kötü yöneticilerin blokajları bakın nelere mal oluyor?) Bu
süreçte en temel ibadet ritüellerinde bile farklılıklar oluştu. Bununla birlikte
asıl olarak "tevhid" anlayışının temel ilkelerinden olan "ümmet
bütünlüğü" değişik isimler altında bölünmeye, ayrışmaya doğru evrildi. Bu
süreçte insanlar tabi oldukları mezhep imâmlarının ismi ile anılmaya başlandı.
Bu gelişmeden dolayı mezhep isimleri zamanla dinin önüne geçmişti. Milâdî 786
tarihinde işbaşına geçen Sultan Harun Reşit kendisini meşru gören dört mezhebi
tek isim altında birleştirip yeni bir metafor üreterek, "Ehl-i Sünnet Vel
Cemaat" söylemini kullanmaya başladı. Bu tarihten sonra saltanat nezdinde
meşru olan sadece "Ehl-i Sünnet Vel Cemaat" olarak isimlendirilen
yapı oldu. Aslında bu yaklaşım İslâm'ın saltanat dinine dönüştürülmesiydi. Ama
Harun Reşit, "Asıl İslâm budur" diyordu. Tamamen şeytanî bir plân
çerçevesinde yapılan böylesi bir blokaj ile İslâm tevhidî akidenin temel direği
olan "adalet" anlayışından soyutlandırılarak edilgen bir kalıba
dökülmüş oldu.
Reaya ise zamanla bu ismi benimsedi. O tarihten sonra dört
mezhep müntesipleri bu isim ile anılmaya başlandı. Oysa mezhepler ilk baştan
mücbir sebepten dolayı sivil inisiyatif olarak ortaya çıkmıştı. Özellikle Ehl-i
Sünnet'in dört mezhep imâmına baktığımızda saltanat rejimini meşru görmedikleri
için saray ile ilişkilerinde mesafeliydiler. Hatta bu imâmlar sarayda resmî
görev almayı reddettikleri için zindanlara atılıp işkence görmüşlerdi. İmâm
Malik zindanda işkenceler altında vefat etmişti. Ebu Hanife de zindanda bir
hayli kalmış ve işkence görmüştü. Ebu Hanife saltanat sistemine başkaldıran
İmâm Zeyd'e 10 bin dirhem vererek kıyam için katkıda bulunmuştu. Ayrıca şunu da
belirtmiş olalım ki, söz konusu mezhep imâmlarının hepsi Ehl-i Beyt'in 5'nci
imâmı olan İmâm Cafer'in talebeleridir. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, bunlar
verdikleri fetvalardan dolayı kendi isimleri ile anılmalarına rağmen hiçbiri
mezhep kurmamıştır. Kısacası, verdikleri fetvalar toplumda kabul gördükten
sonra her fetva tasnif edilip kayıt altına alınınca birer müstakil ekol olarak
kendi isimleri ile anılan mezhepler ortaya çıktı. Elbette bu gelişme
"de-fakto" bir durum olarak zuhur etmişti. Çünkü asıl olarak Allah
Teâlâ'nın mutahhar kıldığı vasî imâmlar ümmete rehberlik etmeleri gerekirken
saltanat sahiplari tarafından toplum ile aralarına bariyerler konmuştu. Ehl-i
Beyt imâmlarının kimileri zindanda tutulmuş, bazıları da göz hepsinde
bulunmuşlardı ve bu şekilde toplumdan tecrit edilmişlerdi. Harun Reşit
zamanında ise, yukarıda ifade ettiğimiz gibi bu mezhepler kontrol altına
alınarak ve muhalif yanları rutuşlanarak resmî statüye sokulmuşlardı. Elbette
bu durumun öncesi de var! Özellikle Ebu Hanife'nin Muhammed ve Yusuf ismindeki
talebeleri saraya yerleşmiş ve orada fetva makamında sanatlarını (!) icra
etmişlerdi. Saltanat sisteminin meşrulaştırılması, tağutların Sakife ehli gibi
"halife" olarak görülmeleri bu dönemde başlamıştı. Saraylardan ulufe
kapmak ve nemalanmak arzusunda olan bir takım din tacirleri kendi meşum
emelleri uğruna mezheplerini ve din anlayışlarını saltanat rejimlerine payanda
yaptılar.
Mezhep imâmlarının saltanat rejimlerini meşru görmeyen
düşünceleri hilafına bu din tacirleri mezhep üzerinden asabiyet geliştirip
iktidara muhalif olan Ehl-i Beyt ekolünü dışlayıcı ve hatta tekfir edici bir
tutum sergilediler. Ne acıdır ki, aradan bin küsur yıl geçmesine rağmen bugün
de mezhep üzerinden hamaset güden bir takım cüppeli sarıklı şahıslar ve eli
kalem tutan köşe yazarları Ehl-i Beyt ekolüne yönelik halkı kin ve düşmanlığa
tahrik etmektedir. Bunlar ümmet bütünlüğünü alt kimlikler üzerinden ayrıştırmaya
kalkmanın küfür ve şirk olduğunu bilmiyorlar mı acaba? Aynı şekilde geçmiş
tarihlerde iktidarlar nezdinde itibar ve çıkar peşinde olan sözüm ona ulema
kisvesine bürünmüş din satıcıları adalet temeline dayalı tevhidî ilkeleri
ayaklarının altına alarak az bir dünya menfaati için ahiretlerini sattıklarının
fakında değiller miydi? "Dileseydik, onu ayetlerimizle üstün kılardık;
fakat o, dünyaya meyletti ve hevesine uydu. Onun durumu, üstüne varsan da kendi
haline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin hâli gibidir. İşte
ayetlerimizi yalan sayan kimselerin hâli böyledir." (A'râf: 176)
Tarihte yaşanan ve günümüzde de var olan bu meşum durum için
Ali Bulaç "Mezheplerin Doğuşunda İlk Kırılma" isimli makalesinde şu
ifadeyi kullanıyor:
"Mezheplerin iktidarlar eliyle resmileştirilip toplumun
geneline teşmil edilmeye çalışılması bu uğursuz mirasın eseridir."
Ne yazık ki, söz konusu edilen tağutî rejimlerin
meşrulaştırılmasına ilişkin çaba zaman ve süreç içerisinde İslâm ümmetinin
büyük bir kesimi tarafından kanıksandı ve içselleştirildi.
Fakat İslâm ümmeti bünyesinde ufak bir azınlık ise saltanat
rejimlerini asla meşru görmedi. Bu kesim tarih boyunca tağutî rejilerin amansız
ve uzlaşmasız düşmanları oldular. Bu nedenle de tağutî rejimler ve tağutî rejim
savunucuları tarafından düşman olarak görüldüler. Bunlara "Ali Şiası/Ali
taraftarları" veya "Ehl-i Beyt muhibbi" deniyordu.
Bu grubun "Ali Şiâları" olarak anılmaları bir
Hadis-i Şerif'ten mülhem. Sevgili Peygamberimiz İmâm Ali ile ilgili birçok
Hadis-i Şerif'inde şöyle buyuruyor: "Ben ilmin şehriyim, kapısı da
Ali'dir. Bana o kapıdan gelin." "Ali hak iledir, hak Ali iledir. Ali
ne tarafa yönelse hak o taraftadır." "Yaşayan Kûr'ân görmek isteyen
Ali'ye baksın." "Ali konuşan Kûr'ân'dır. (Kûr'ân-ı Natık'tır.)"
"Kurtuluşa erecek olanlar Ali'nin Şiâsı (taraftarı) olanlardır."
Malumunuz İmâm Ali 12 Ehl-i Beyt imâmının ilkidir.
Sonrasında İmâm Hasan, İmâm Hüseyin, İmâm Zeynelabidin, İmâm Muhammed Bakır,
İmâm Cafer Sadık, İmâm Musa Kâzım, İmâm Ali Rıza, İmâm Muhammed Taki, İmâm Ali
Naki, İmâm Hasan Askerî ve 12'nci İmâm Muhammed Mehdi'dir. Allah Teâlâ'nın
selâmı hepsinin üzerine olsun. Ehl-i Beyt imâmlarının ismi Ehl-i Sünnet
kaynaklarında da geçmektedir. Ancak bir farkla; Ehl-i Sünnet kaynaklarına göre
Ehl-i Beyt imâmları İslâm ümmetinin manevî liderleridir. Bunlara göre, "Siyaset
kirli bir iştir, bu nedenle Allah Teâlâ mutahhar olan, pak olan Ehl-i Beyt
imâmlarına siyasî iktidarı nasip etmemiştir." Said-i Nursi 4'ncü
Lemalar'ında Ehl-i Beyt imâmları hakkında açıklamalarda bulunurken vasîlik ve
velâyet konusunu ayet ve hadisler ışığında "Şecere-i Tayyibe"
vurgusunu da kullanarak çok güzel açıklamalarda bulunmuş, ancak bu
açıklamaların hemen akabinde Ehl-i Beyt imâmlarının asıl misyonu olan siyasî
liderlik konumlarını es geçip onlara sadece "manevî rehberlik" payesi
vermişti. Neymiş efendim, siyaset kirli bir işmiş, bu yüzden temiz, pak,
mutahhar Ehl-i Beyt imâmlarına Allah Teâlâ siyasî rehberliği uygun görmemiş ve
nasip etmemiş! Oysa siyaset işin ehli tarafından yürütülürse yeryüzünde adalet,
güvenlik ve huzur tahakkuk eder. Siyaset kötü yöneticilerin elinde olursa makam
ve mevki zulüm aracına dönüşür ve siyaset bu şekilde kirletilmiş olur.
Salatanat sistemlerinin, yani tağutî rejimlerin güttüğü baskıcı ve kirli
siyaset buna en somut örnektir.
Kirli siyaset ile ilgili şöyle bir örnek vermiş olalım:
Cahiliye döneminde Arap aşiretlerinin güçlü olanları
geçimlerini talan ve soygunlarla sağlıyorlardı. Arazilerinin tarıma elverişli
olmayışından dolayı talan ve soygunculuk onlar için bir geçim kaynağına ve bir
yaşam biçimine dönüşmüştü. Pazarlarında sadece gasp edilmiş/çalınmış mallar
satılmıyordu, çalınmış yetişkin insanlar ve çocuklar ucuz işgücü olarak
"köle" statüsünde satılıyordu. Kadınlar ve genç kızlar ise
"cariye" adı altında alınıp satılıyordu. Emevîlerin iktidara
gelmesiyle birlikte bu meşum gelenek devlet eli ile sürdürülmeye başlandı.
Muaviye bu amaçla düzenli bir ordu kurup hemen komşu beldelere saldırıya geçti.
Eskiden sadece mal ve insanlara el konup gasp edilirken bu sefer topraklar da
işgal edilmeye başlandı. Sonrasındaki saltanat sahipleri de Muaviye’nin
ardılları olarak, Muaviye'nin sünneti üzere yollarına devam etti. Oysa İslâm
medeniyetinin amacı toprakları değil gönülleri fethetmekti. Kûr'ân-ı Kerim'in
inzal ediliş amacından biri ve en önceliği yeryüzünde adaleti, barışı ve huzuru
teminat altına almaktı. Kötü yöneticilerin/saltanat sahiplerinin derdi bu
değildi. Saraylardan nemalanan din tacirlerinin insanlara sundukları dejenere
edilmiş fıkıh anlayışının din olarak kanıksanması ne kadar hazin bir durum.
İnsanlar angaje oldukları bu yaşam biçimlerini din bellemişlerdi. Gelenek ve
görenekleri de böyle şekillenmişti. Buna istinadendir ki, zaman ve süreç
içerisinde zalim yöneticiler dinin gerçek temsilcileri olarak görülür oldu.
Oysa zalim yöneticiler ve saltanat sahipleri asla meşru görülmemeleri gerekiyordu.
Bakınız Rabbimiz ne buyuruyor:
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Zalime meyletme yoksa
sana da ateş dokunur." (Hûd: 112-113)
İlâhî uyarıya rağmen zalim yöneticiler meşru görüldüler.
Bu yüzden tevhidin en temel prensiplerinden olan toplumsal
düzenin tanzimine ilişkin adalet anlayışı tarih boyu hiçbir zaman olması
gerektiği şekilde olmadı. Yöneticilerde aranan en temel kriter olan
"adalet ve liyakat" ne yazık ki, gereksiz bir olgu konumuna
düşürüldü. Zalimlere itaat adeta dinin temel rüknü hâline getirildi. Elbette bu
konuda ayetlerin hilafına hadisler uydurulmuştu: "Başınızdaki yönetici
zalim de olsa, fasık da olsa itaat ediniz." Allah Teâlâ ise, "Zalime
itaat etme yoksa sana da ateş dokunur." diyordu. Din anlayışı uydurma
hadislerle değiştirilerek halk zalim/tağutî yönetimlere itaat eder oldu. Ve bu
şekilde tarih boyu liyakat sahibi olmayan kötü yöneticiler bu ümmeti yönetti.
Müslüman halk ise böylesi pespaye yönetimler altında hiçbir zaman İslâm'ı
gereği gibi ne yaşayabildi ne temsil edebildi. Hasılı, İslâm ümmeti Kûr'ân-ı
Kerim'in önerdiği ve Allah Resulü'nün Medine'de tesis ettiği medeniyete hiçbir
zaman ulaşamadı. "Kötü yöneticiler bir ülke yönetimini ellerine
geçirdiklerinde o yöre halkının onur sahibi insanlarını hor ve aşağılık
kılarlar. İşte onlar böyle yaparlar." (Neml: 34)
Evet, ne yazık ki bu ümmet, tarih boyu en inkişaflı dönem
olarak görülen muayyen zaman dilimlerinde bile İslâm'ın ön gördüğü medeniyet
seviyesine ulaşamadı, yani medeniyet olarak, uygarlık olarak, sosyal
gelişmişlik olarak, bayındırlık hizmetlerinden, kültürel gelişmişlikten yoksun
olundu. İslâm dünyasında yaşanan hayat olması gerektiği şekliyle alakalı
değildi. İslâm'ın ön gördüğü insanı erdemli kılan medeniyet nerede, yaşanmakta
olan vahşilik, barbarlık, saltanat uğruna toprak işgalleri nerede?
Sahi Batı bizi neden tarih boyunca "barbar" olarak
gördü? Bugün Batı toplumlarında "İslamofobi" neden yaygın? Neyse ki
bugün bu İslâmofobi algısını mazlum/biçare Gazze halkı kırmaktadır. O da
uğramış oldukları soykırımdan dolayı. Yani olması gereken bu değildi. 57
parçaya bölünmüş olan İslâm ümmeti bir Gazze'ye sahip çıkamadı. Oysa İslâm
ümmeti bütün yeryüzüne şamil olarak kötülüklerin bertaraf edilmesine ve
iyiliklerin ikâme edilmesine ilişkin bir misyonun muhatabıdırlar. "Siz
insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz iyi olanı tesis eder olumsuz
olanı bertaraf edersiniz."
(Al-i İmrân: 110) Allah Teâlâ'nın sunduğu misyon nerede,
ümmetin 57 ulus devlete bölünmüşlüğü ve zillet hâli nerede? Bu misyonun ifası
İslâm ümmetinin tek devlet çatısı altında birleşmesini zorunlu kılmaktadır.
Bakınız, alt kimlik taassubu ve kötü yöneticilerin tasallutu
İslâm ümmetini nerelere savurmuş oldu? İnsanın kendisini rehabilite etmesi için
var olan bir takım temel ibadet ritüelleri adaletin ikamesi misyonunun önüne
geçirilerek dinin afyon olarak kullanılmasına neden oldular. Namaz dinin
direğidir ama, o direk din binasını ayakta tutmak içindir. Namaz bu yönüyle
Allah Teâlâ ile günün muayyen vakitlerinde yapılan tekmil ve mukaveledir. Neyin
tekmili, neyin mukavelesi? Dinin temel rükünlerinin, din binasının tahakkukuna
ilişkin tekmil ve mukavele! Din binası ne tür umde ve kriterlerden müteşekkil?
Ümmet bütünlüğünün tahakkuku ile birlikte İslâm'ın müesses nizam hâline
getirilmesidir. Bu ne için yapılır? Al-i İmrân Sûresi'nin 110'ncu, Bakara
Sûresi'nin 193'ncü, Hadid Sûresi'nin 25'nci, Casiye Sûresi'nin 18'nci ve Hûd
Sûresi'nin 61'nci ayetlerinin ikâmesi için. Vesselâm...