Suriye'nin kuzeyinde son üç günde yaşanan gelişmelerde
yabancı ellerin varlığı karmaşık bir konu değildir ve bu çatışmada Türk
ordusunun rolü çok açıktır. Temel olarak Türkiye, Astana görüşmelerinde Tahrir-i
Şam terör örgütünün temsilciliğini ve aslında sorumluluğunu resmen kabul etmiş
ve son birkaç yıldır müzakerelere onun adına katılmıştır. İdlib bölgesinin
tamamen Türkiye sınırlarına ve topraklarına bağlanması da bu saldırıdaki
sorumluluğunun göstergesidir.
Öte yandan bu saldırılarda Siyonist rejimin rolü de
ortadadır. The Times of Israel gazetesi bu rejimin üst düzey bir askeri
kaynağından naklen şunları yazdı: ‘İsrail ordusu Lübnan'ın depolarına ve silah
sevkiyatlarına saldırmakla yetinmeyecek ve Suriye, Hizbullah'a yaptığı yardımın
bedelini ödeyecektir.’ Dolayısıyla bilinen terör örgütlerini kullanmak
suretiyle Halep'e yönelik olarak gerçekleşen ve belirli hedefleri olan bu
saldırı, Ankara ve Tel Aviv hükümetleri tarafından planlanmış, yönetilmiş ve maliyeti
karşılanmış olabilir. Bu saldırının hedefini tek kelimeyle açıklamak gerekirse
bu, Beşşar Esad hükümetinin teslim olması, daha doğrusu Suriye'nin teslim
olması ve Batı’nın ve Siyonistlerin Suriye'ye yönelik yayılmacı planlarına
karşı direnişinden vazgeçmesidir. Ancak bu planın beynini ve çıktısını
incelediğimizde bunun aslında Siyonist bir plan olduğunu ve vekaleten başkasına
emanet edildiğini ve ordusunun imkanlarından ve tekfirci teröristlerin
ameleliğinden yararlanarak hayata geçirildiğini görüyoruz. Bu gelişmelere
ilişkin bazı noktalar bulunmaktadır ve bunlar;
1.Geçtiğimiz hafta Pazar günü Lübnan'ın güney sınırını Tel
Aviv'e kadar gerçek anlamda cehenneme çeviren Hizbullah'ın askeri gücünün
etkisi altındaki gaspçı rejimin Lübnan'a karşı verdiği savaşta ateşkesi kabul etmesinden
bir gün sonra yani Perşembe günü Suriye'ye yönelik terör saldırısının güçlü bir
dış destekle mümkün olabileceğini kabul etmek gerekiyor.
Terör örgütü Heyet-i Tahir-i Şam Eylül 2016’dan bu günlere
kadar Suriye ordusunun sürekli alarma geçmesinin ve sekiz yıl boyunca Halep'in
özellikle Halep şehrinin batı sınırından İdlib şehrinin doğusuna kadar sürekli
korunmasının zorluğunu kullanarak bu bölgeye saldırdı ve Halep ile İdlib
arasındaki bölgenin tamamını ele geçirmeden, 20'ye yakın köyü ele geçirerek
Halep'e doğru dar bir yol açarak bu şehrin üç kilometre batısına ulaştı. Aynı
zamanda kendisiyle bağlantılı eski bazı unsurlarının Halep'teki hareketliliğini
gerekçe göstererek, bu şehre girip Halep'in batısındaki bazı mahalleleri ele
geçirdiğini iddia etti.
Ama gerçek şu ki, son 6-7 yıldır Nusra Cephesi'nin yerini
alan Tahrir-i Şam'ın yeniden dirilişi, bir anda olmadığı gibi aynı zamanda
durumun ve ortamın kontrolünü de Suriye ordusunun kontrolünden çıkarabilecek bir
boyuta ulaşmadı. Ancak, önümüzdeki günlerde çatışmaların yoğunlaşması ve
teröristlerin Türk hükümetiyle birlikte bu bölgeye daha fazla güç göndererek
Suriye ordusunun işini zorlaştırması ihtimalini de göz ardı etmemeliyiz.
Terör örgütü Tahrir-i Şam'ın çatışmaya neden dahil edildiği bellidir.
Suriye ordusu bu teröristleri alt edebilir ve aynı zamanda gerekirse 2012-2016
yılları arasında bu bölgede savaşan ve buraları karış karış bilen tüm birlikler
yeniden sahaya girebilir ve bu bölgeyi hızla kontrolleri altına alabilir. Bu
açıdan endişelenecek pek bir şey yok ama diğer yandan bu saldırılar bazı sivil
kaygıları da taşımıyor değil.
2. Batı komşumuzu gerçekten kızdırmak istemiyoruz ve
gereğinden fazla suçlamak da istemiyoruz ama gerçek şu ki, Türkiye'nin
2012-2015 yılları arasında yaklaşım ve hedef belirleme açısından performansı,
dağılmasının ardından Tahrir-i Şam olarak anılan Nusra Cephesinin performansından
çok da farklı değildi. İkisi de çok açık bir şekilde Suriye rejimini devirmeye
çalışıyordu ve elbette ikisi de kendi hedeflerine ulaşmak için birbirlerini kullanabileceklerini
ve işin sonunda karşı tarafı sahadan uzaklaştırabileceğini düşünüyordu.
Tahrir-i Şam, Türkiye’nin pılını pırtısını toplayacağını ve Arap
Osmanlı Devletine benzer bir hilafet hükümeti kuracağını ve Ankara’yı zapt
edebileceğini düşünüyordu. Erdoğan da teröristleri kullanarak Esad hükümetini
devirebileceğini, ardından Şam hükümetine karşı çıkan silahlı gruplar
arasındaki büyük bölünmeyi kullanarak onları ortadan kaldıracağını ve Suriye’nin
kuzeyinin bölünmesini ve Türkiye’ye ilhak edilmesini kabul edecek kendisine
bağımlı bir hükümet kuracağını düşünüyordu.
2016 yılında bu arzu her
iki taraf için de ulaşılamaz hale geldi. Bunun ardından Erdoğan, Astana Müzakerelerine
katılmayı kabul ederek, şekillenmesinde hiçbir rolü olmadığı süreçte pay sahibi
olmaya çalıştı. Ancak Türkiye, Astana müzakereleri sırasında çoğu durumda üzerinde
mutabakata varılan rolü tam olarak uygulamadı. Çünkü teröristlerin zamanından
önce yok edilmesine temelde karşıydı ve onları hala sermaye olarak görüyordu. Dolayısıyla
2017 yılındaki Astana görüşmelerinin birinde İdlib'deki silahlı terör
gruplarının silahsızlandırılması ve bu bölgenin altı ay içinde Suriye ordusuna
ve hükümetine teslim edilmesi yönündeki kararı kabul etmesine rağmen onu uygulamayı
reddetti ve buna dayanarak bu grupların silahlandırılması süreci devam etti.
Geçtiğimiz yıl Türkiye, Suriye
ile siyasi ilişkilerin yeniden tesis edilmesi konusunu gündeme getirmiş ve
hatta Şam'a heyetler göndermiş, ancak İdlib'deki teröristlerin durumunun
değişmesi veya askeri güçlerinin el-Bab, Münbic ve Kamışlı’dan çekilmesi konusunda
herhangi bir söz vermeyi reddetmişti. Buna dayanarak bu ziyaretlerden bir sonuç
çıkmadı ve son günlerde Halep'e yönelik askeri harekâta ve Suriye egemenliğinin
bir kez daha ihlal edildiğine tanık olduk.
3. Siyonist rejimin bu projede "işveren ve
kullanıcı rolü oynadığını görüyoruz. İsrail Güvenlik Kabinesi'nin Perşembe
gecesi, yani Halep'e düzenlenen terör saldırılarından saatler sonra kurulması,
bu gelişmelerin İsrail rejimi açısından önemini ortaya koyuyor ve aynı zamanda bu
rejimin bu saldırılardaki destekleyici rolünü de gösteriyor. Gerçek şu ki
İsrail, Lübnan savaşını Hizbullah karşısında yenildiğini kabul ederek durdurdu
ve kendisini Gazze'deki savaşı durdurmak zorunda kalacak bir durumda görüyor.
Tüm bunlara dayanarak, bu rejimin, direnişin en önemli alanlarından biri olan,
özellikle de Filistin ve Lübnan direnişinin en önemli destekçisi olan Suriye'de
kaosa ihtiyacı var ancak Lübnan ve Gazze'deki yenilgi nedeniyle Suriye'ye karşı
başlatılan bu kaosa aktif katılımının içeride kabul edilmediği, bölgesel ve
uluslararası muhalefete neden olacağı da açıktır. Bu nedenle İsrail projeyi
emanet etme ve maliyetinin bir kısmını karşılama yoluna gitti. Tahrir-i Şam
saha komutanının İsrail hükümetine gönderdiği ve İsrail medyasında yayınlanan
sözlü teşekkür mesajı bu ilişkiyi daha da belirgin hale getirirken, İsrail'in
bu ilişkinin ortaya çıkmasını istediğini de gösterdi. Teröristlerin İdlib'den
Halep'e giderken kullandığı yöntem, İsrail'in son dönemde Lübnan'a düzenlediği
kara saldırısında kullandığı yöntemin aynısıdır ve hedefin bitiş noktasına
doğru doğrusal hareket etmek ve başlangıç ile varış noktası arasındaki aktif
noktalara girmemek bunu göstermektedir.
Son olarak şunu söylemek
gerekir ki, bu projenin ortak bir planlayıcısı olmayabilir ancak ortak
hedefleri olduğu açıktır. İsrail, Lübnan'ın 2006 ve 2023'teki iki savaşta
gösterdiği direnişin meyve vermesindeki önemli faktörlerden biri olarak
Suriye'yi cezalandırmak ve bu desteği sürdürmenin ağır maliyetleri konusunda
Şam'ı uyarmak istiyor. Öte yandan Türkiye, Suriye hükümetinin kendisine karşı
tavrını değiştirmek ve onu, bir tarafı Suriye olan gelişmelerde Ankara'nın merkezi
rolünü kabul etmeye zorlamak istiyor. Buradan hareketle bu sahnede ortak ve
koordineli bir hareketin ortaya çıktığını söylersek abartmış olmayız.
4. Bu sahnede direniş cephesinin durumu nettir. Suriye'nin
kuzeyinde ve güneyindeki iki hükümet, direnişin önemli bir müttefikine teslim
olması yönünde baskı kurmaya çalışıyor. Direniş ister terörist gruplar ister
saldırgan hükümetler olsun, saldırganlarla mücadelede müttefikine yardım etmeyi
görevi olarak görüyor. Bu tamamen meşru bir eylemdir ve düşmanca değildir ve
aynı zamanda tamamen etkilidir. Bu defalarca test edilmiş ve kazanılmış bir
deneyimdir.
Sadullah Zarei