1813 ve 1828 yıllarındaki Rus-İran Savaşları sonrasında, Rus
İmparatorluğu'nun işgaliyle Kaçar İmparatorluğu tüm Kafkas topraklarını (Aras
Nehri'nin kuzeyini) terk etmek zorunda kaldı ve 1813 yılındaki Gülistan ve 1828
yılındaki Türkmençay anlaşmaları ile Çarlık Rusya’sı ve İran Kaçar Hanedanlığı
arasındaki sınır kerhen de olsa belirlenmiş oldu. Aras Nehri'nin kuzeyindeki
coğrafya, aralarında günümüz Azerbaycan Cumhuriyeti'nin toprakları da dahil
olmak üzere, Ermenistan, Nahcıvan, Gürcistan, Dağıstan olmak üzere 400 yıl
boyunca İran topraklarıydı. Kısacası 19. yüzyılda vuku bulan Rus işgaline kadar
Azerbaycan coğrafyası İran sınırları içerisinde idi. Buna istinaden, yani
geçmişteki jeopolitik durumdan dolayı, İran'ın bu topraklar üzerinde
garantörlük hakkı vardır. Uluslararası mütekabiliyet esası bu duruma meşrutiyet
kazandırmaktadır. (Türkiye'nin Kıbrıs üzerinde garantörlük hakkı olduğu gibi.)
Kafkasya'da 80 yıldan uzun süren Rus Çarlığı işgalinden
sonra, 1918'de Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti kuruldu. Önde gelen Müsavat Partisi'nin
siyasi nedenlerle kabul ettiği "Azerbaycan" adı, 1918'de Azerbaycan
Demokratik Cumhuriyeti'nin kurulmasından önce, yalnızca günümüz kuzeybatı
İran'ına bitişik bölgeyi tanımlamak için kullanılırdı. Yani 1918'den önce
Azerbaycan isim olarak sınırları İran'ın içerisine olan coğrafyanın adıdır.
Henüz iki yıl önce kurulmuş olan Azerbaycan 1920'de komünist Sovyet kuvvetleri
tarafından işgal edildi ve 1991'de SSCB'nin çöküşüne kadar Sovyet egemenliği
altında kaldı ve bu tarihten sonra bugünkü Azerbaycan Cumhuriyeti kuruldu.
Kuruldu kurulmasına ancak İslâm'a yar olamadılar. Diğer
İslâm ülkeleri gibi ulus devlet olarak kalmayı tercih ettiler ve siyasî
yapılanmalarını seküler ideolojiye göre şekillendirdiler. Böylesi bir tercihin doğal sonucu olarak bir
emperyalist devletin tasallutundan kurtulup diğer bir emperyalist ülke olan
büyük şeytan ABD'nin tahakkümü altına girdiler. Halkları özgür kılan,
Müslümanlara izzet ve şeref bahşeden İslâmî yönetim anlayışı tercih edilmeyince
beraberinde bağımlılığı ve zilleti getiren siyasî yapıya bürünmüş oldular. Şu
bir hakikat ki, mevcut Müslüman ulus devletlerin hiçbiri tam bağımsız değildir.
Hemen hemen hepsi bir şekilde ABD'nin tasallutu altındadır. İran İslâm
Cumhuriyeti'ni çevreleyen bütün Müslüman ülkelerin hepsinde ABD üssü
bulunmaktadır. Elbette diğer coğrafyalarda da durum böyle. Suriye'nin
haricindeki 22 Arap ülkesinin hepsinde ABD üssü var. Suriye'de ise Sovyet
döneminden kalma Rus üssü bulunmaktadır. Maatteessüf ki olması gereken bu
değildi... Merhum İmâm Humeynî komünizm ideolojisinin yıkılacağını görünce
SSCB'nin son başkanı Mihail Gorbaçov'a İslâm'a davet mektubu yazıyor ve bu
mektubu bir heyetle gönderip vahşi kapitalizmin kucağına düşmemeleri için
uyarılarda bulunuyor. (Avrupa'da bir TV kanalı, "Komünizmin yıkılacağını
ilk haber veren Humeynî'dir" demişti.) Bu uyarıları öncelikli olarak
SSCB'nden ayrılan Türkî devletler dikkate almalıydı. Bunu yapmadılar ve
Türkiye'nin 1930'lardaki dinî değerlerden men edici politikalarını taklit eder
oldular. Aynı baskı politikaları ile halklarını İslâm'dan, mukaddesattan
uzaklaştırıp vahşi kapitalizmin müptezel yaşam biçimine vulgarize etmeye
(kanıksatmaya) çalıştılar ve hâlâ bu baskıcı politikalarına müstebitçe,
istibdatça, despotça ve zalimce devam etmektedirler. "Balık baştan
kokar" misali sistem yanlış temeller üzerine atılınca her şeyin batıl
üzere şekillenmesi kaçınılmazdır. Siz nefsanî temayüllerinizi ve toplumsal
dokunuzu hak kriterleri muvacehesinde şekillendirmezseniz batıl sizi her yönden
istilâ eder. Rejimlerin durumları da böyledir. SSCB yıkılınca bu enkazdan
kalkan yeni rejimler halklarının aidiyet değerlerini dikkate almadan ABD ve
onun ileri karakolu olan Siyonist çete ile teslimiyetçi bir tavır içerisinde
ittifaklar kurdular. Aslında bunun adına "ittifak" dememek lazım.
İttifak eşit koşullarda ve mütekabiliyet esasına göre olur. Bunlarınkisi
"ağa - maraba" ilişkisi.
Biz Müslüman kamuoyu olarak iman ve akidemizin gereği bu
durumu elbette tasvip etmiyoruz. Kınıyor ve tepki veriyoruz. Onlar ise, yani bu
zalim yöneticiler tepkilerimizi umursamıyorlar ve bildiklerini okuyorlar. Bu
hain yöneticiler izzeti, şeref ve onuru dünyanın en adi, en pespaye, en cani
mahlûklarının gölgesinde, hatta gölgesinde değil postallarının altında
arıyorlar. "Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinenler, onların yanında
izzet mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah’a aittir."
(Nisâ:139)
"İzzet ve şeref Allah'ın, Resulü'nün ve mü'minlerindir.
Fakat münafıklar bu gerçeği bilmezler." (Munafikun: 8)
Evet, münafık yöneticiler öylesine zillet içerisindeler ki,
izzet ve şerefi alçakların, katillerin yanında arıyorlar. Bilmiyorlar, çünkü
"cehl-i mürekkeb"ler. Ne yazık ki, Müslüman ülkelerin başındaki
yöneticilerin hemen hemen hepsi böyle. Yönetimi bir şekilde ele geçirmişler ve
tercihlerini halklarının inancına ve aidiyet değerlerine göre değil de "rol-model"
aldıkları Batılı ülkelerin yönetim anlayışına göre şekillendirmişler. Bu
taklitçi zihniyet Batılıları sadece yönetim anlayışında değil, yaşam biçiminde
de taklit ederek tahakküm ettikleri halklarına uygarlık ve çağdaşlaşma adına
Batı'nın müptezel yaşam biçimini dayatmışlar. Maatteessüf ki, zaman ve süreç
içerisinde Müslüman halkların büyük bir kesimi yöneticilerinin dayattığı
ahlâktan men edici/pespaye yaşam biçimine kanalize olmuşlar.
Kısacası yöneticilerin Batılılara hempâ olmaları böyle bir
sonucu doğurmuş. Oysa tercihlerini halklarının inanç değerlerine ve ahlâk
anlayışına uygun bir şekilde yapmış olsalardı Allah Teâlâ'nın kendilerine
bahşedeceği izzet ve onura kavuşmuş olacaklardı.
Hiç kuşkusuz, tarih bu aşağılık kötü yöneticileri lânetle
anacaktır. Bakınız gerek büyük şeytan ABD ve gerekse onun ileri karakolu olan
Siyonist çete elleri mazlumların kanına bulanmış dünyanın en büyük terör
örgütleridir. ABD geçmişte ve yakın tarihimizde yaptığı katliamlarla, Hiroşima
ve Nagasaki'ye attığı atom bombalarıyla tanınan bir terör devletidir. ABD
kurulma aşamasında mazlum Kızılderili halka jenosid/soykırım uygulamıştır. ABD
Vietnam ve Kamboçya'yı mahveden bir ülkedir. ABD Afganistan ve Irak'ı perişan
eden bir terör devlettir ve milyonlarca savunmasız sivil insanın katilidir. ABD
bir terör devleti olduğu için, dünyada en çok terör örgütlerini eğitip donatan,
onlara her türlü silah yardımında bulunan bir ülkedir. En son gözümüzün içine
baka baka binlerce TIR dolusu silahı Suriye'deki terör örgütlerine verdi. Böyle
bir ülkenin bizimle müttefik olması mümkün mü? Böyle müttefik düşman başına!
Bize düşman olsa ancak bu kadar yapar. Bakınız ABD, en son iki gün önce
Yunanistan ile yapmış olduğu "güvenlik ve askerî işbirliği anlaşması"
protokolünde geçen "düşman ülkeler" listesinde Türkiye olmasına
rağmen bu sözleşmeye imza attı. Yani bu ikili konsorsiyumun gereği
Yunanistan'ın dost gördüğünü dost, düşman gördüğünü düşman görmektedir. Hadi
onlar gâvur, onların bu tutumuna şaşırmamak lazım. Ancak Azerbaycan hükümeti
Siyonist çete ile yapmış olduğu "güvenlik ve askerî işbirliği
anlaşması"yla oluşturdukları konsorsiyum sonucunda otomatikman İran İslâm
Cumhuriyeti düşman ülke addedilmiş olmaktadır. Çünkü İslâm Cumhuriyeti'nin
varlık sebebi Filistin işgalcisi Siyonist çetenin yok edilmesine matuf olarak
kurgulanmış. İran halkı bi iznillah yapmış olduğu devrim ile nice zamandır
donakalmış İslâm'ı asrın idrakine sunmayı başarmış ve bu sayede ümmete ve anti
emperyalist halklara rol-model olmuş. Bu yüzden İran İslâm Cumhuriyeti
"velâyet-i fakih" ilkesi ile (ümmet nezdinde) "kurucu
irade" misyonunu yüklenmiş bulunmaktadır. Evet, devrim yapmak zordur, onu
idame ettirmek çok daha zordur. Buna dağ gibi basiretli irade gerekmektedir.
Kurucu irade devrime devinim ve hayatiyet kazandıran iradedir. İran
coğrafyasında bi iznillah bu oldu. Siyonist çete bu devrimin temel
dinamiklerini, temel amaç ve gayesini çok iyi bildiği için İran İslâm
Cumhuriyeti'ni can düşmanı olarak addetmektedir. Netanyahu'ya Batılı gazeteci
soruyor: "Üç düşman ülke ismi sayar mısınız?" Netanyahu cevap
veriyor: "İran, İran, İran." Bu cevap oldukça manidar değil mi? Bu
hususa bir açıklık getirecek olursak: Kendi hempâları olan ülke ismi verecek
değil her hâlde fakat Netanyahu neden Suriye, Lübnan ve Hamas ifadesini
kullanmıyor? Bunun de cevabını yine Netanyahu veriyor: "Biz Suriye'de,
Lübnan'da ve Gazze'de İran'a karşı savaşıyoruz." Mesele anlaşılmıştır
sanırız! Fakat Türkiye'deki dindar kesim olarak bilinen malum cenah da keşke bu
gerçeği anlasa da İslâm Cumhuriyeti'ne olan önyargılarından, tezvirat, iftira
ve husumetlerinden vazgeçseler...
Sonuç olarak ifade edecek olursak, her şeyden önce Siyonist
çetenin Filistin toprakları üzerindeki gayri meşru varlığı İran İslâm
Cumhuriyeti'ni rahatsız ettiği gibi bir Müslüman ülke olan Azerbaycan'ı ve
diğer Müslüman ülkeleri de rahatsız etmeli değil mi? Azerbaycan hükümetinin ve
diğer birçok Müslüman ülkelerin icraatları bu vakanın tam tersi olarak tezahür
edip işgalci katil çete ile askerî işbirliği anlaşmaları yapmaktadırlar. Bu
İslâm'a, İslâm ümmetine yapılmış en alçakça ihanettir.