İçerik olarak bu ayetin tefsiri ve açılımı niteliğinde
birkaç hadis aktaracak olursak:
"Ey ashabım sizleri uyarıyorum! Sakın ola ki, benden
sonra cahiliye dönemindeki gibi birbirinizin boynunu vurmayın, birbirinizi
katletmeyin."
"Ey ashabım sizleri uyarıyorum! Benden sonra Ehl-i
Beyt'ime nasıl davranacağınıza dikkat edin. Benim Ehl-i Beyt'ime eziyet eden
bana eziyet etmiştir, bana eziyet eden Allah'a Teâlâ'ya eziyet etmiştir."
"Ey ashabım dikkat edin! Benden sonra yanlış yollara
sapmayasınız diye size paha biçilmez iki ağır emanet bırakıyorum. Bunlardan
ilki Allah'ın kitabı Kûr'ân-ı Kerim, ikincisi ise Kûr'ân'ı Kerim ile benim
sünnetimin muhafızı ve müfessiri olan ıtretim/Ehl-i Beyt'im. Bunlara
sarıldığınız süre dalalete düşmezsiniz."
Peki şimdi sormuş olalım, ayet ve hadislerle uyarılan ashap
Sevgili Peygamberimiz ahirete irtihâl ettikten sonra ne yaptı?
Kerbelâ faciası sadece sonuçtur. Kerbelâ faciasına giden
yolun nasıl ve hangi taşlarla döşendiğini, bu yolun hangi evrelerden geçerek
Kerbelâ'ya nasıl vardığını iyi tahlil etmemiz gerekmektedir. Kısacası uyarı ve
ikaz niteliğindeki ayet ve hadisler göz ardı edilerek Kerbelâ faciasına nasıl
gidildiğini görmek durumundayız.
Allah Resulü bu dünyadan ayrılmadan defaatle gündeme getirip
Ehl-i Beyt'ini ashabına emanet ediyor. Yetmedi Allah Teâlâ Ehl-i Beyt'in
ihtiramı ve Müslümanlar nezdindeki konumu ile ilgili ayetler inzâl ediyor.
Ehl-i Beyt'e sevgi, saygı, itaat ve ihtiramı "meveddet" ayeti ile
farz kılıyor. "Allah’ın, iman edip salih amel işleyen kullarına verdiği
müjde işte bu!
Ey Resulüm de ki: 'Bu tebliğime karşı sizden bir ücret
istemiyorum; ancak buna mukabil yakınlarıma/Ehl-i Beyt'ime meveddet
(saygı-sevgi-ihtiram) göstermenizi istiyorum." (Şûra:23)
Ayrıca "meveddet" olgusunun Ehl-i Beyt imamlarına
yönelik kuru kuruya bir sevgi olmadığı Nisa Sûresi'nin 59'ncu ayetinde
kendilerine siyasî yetki verilerek "ul'ûl emr" olarak vasfedilmeleri
ve bu konumlarının gereği olarak Allah''a ve Resulü'ne itaatin peşisıra
kendilerine de itaat etmenin (mutahhar olduklarından dolayı) mutlak anlamda
farz kılınıyor olması ümmet nezdindeki konumlarını ayan beyan ortaya koymuş
oluyor. Buna rağmen nice vefasızlıklara maruz kalıyorlar. Bu vefasızlıkların,
bu topuklar üzeri geri dönüşlerin sonucunda velayet şahından metazori olarak
biat alma adına evinin/hariminin saygınlığı hiçe sayılarak kundaklama
girişimleri veya tehditleri ne ile izah edilir, ne ile tevil edilebilir? Oysa
bütün Ehl-i Sünnet kaynaklarında belirtildiği üzere Gadir-i Hum'da kendisine
biat edilmişti. Üstelik ilâhî beyan sonucu bir biatleşmeydi bu. "Ey
peygamber, Allah'tan indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan elçilik görevini
tamamlamamış olursun." (Maide:67)
Bu emrin gereği yerine getirilince yani nübüvvetin devamı
olan imâmet misyonu Allah Resulü tarafından ilân edilip biat ve tebrikleşmeler
yapılınca dini kemâle erdiren şu ayet nazil oluyor: "Bugün sizin dininizi
kemâle erdirdim, size nimetimi tamamladım, sizin için din olarak İslâm'ı
seçtim." (Maide:3)
Bu nedenledir ki, ümmetin birlik ve insicamını sağlayacak
olan Ehl-i Beyt imamlarıydı. Allah Resulü'nün temellerini attığı medeniyeti
"velâyet" misyonu ile çağlar ötesine taşıyacak olan, insanlık âlemini
adaletle ve mihribanca yönetecek olan Ehl-i Beyt imâmlarıydı. Sevgili Peygamberimiz,
"Ben ilim şehriyim, kapısı da Ali'dir. Bana bu kapıdan gelin." diye
buyurarak ashabına adres veriyordu. Bir başka uyarısı ise şöyleydi: "Benim
Ehl-i Beyt'ime öğretmeye kalkmayın, onlar sizden daha bilgilidirler, onlardan
öne geçmeyin helâk olursunuz, yüz çevirmeyin yine helâk olursunuz."
Bir başka hadis-i şerif'te ise, "Yaşayan Kûr'ân görmek
isteyen Ali'ye baksın." diyordu. Ve Gadir-i Hum'da belirttiği üzere,
"Ben kimin mevlâsı (sahibi/rehberi) isem Ali'de onun mevlâsıdır."
diyerek ashabına ve kıyamete kadar gelecek olan Müslümanlara hüccetini
tamamlamış oluyordu. Sevgili Peygamberimiz bir başka hadis-i şerif'inde ise
şöyle bir uyarıda bulunuyordu: "Benim
Ehl-i Beyt'im Nuh'un gemisi gibidir, ona sığınan kurtuluşa
erer, yüz çeviren helâk olur."
Ne yazık ki yüz çevrildi. Velâyet Şahı 25 yıl siyasî
rehberlikten men edildi. Bunun akabinde 5 yıllık siyasî iktidarında başına
olmadık gaileler açtılar. Bu gaileler Cemel, Sıffin ve Nehrevan savaşlarıydı.
Sayın okuyucumuz düşünebiliyor musunuz? Bu savaşlar gâvur saldırıları, Bizans
veya Roma saldırıları değildi, İmâm Ali'ye ve İslâm'a karşı savaşanlar sözde
Müslümandı! Özellikle baştan beri belirtmiş olduğumuz ilâhî ve nebevî ikazların
hilafına hareket edilmekle birlikte
Kerbelâ faciasına giden yolda en önemli kilometre taşlarından biri de
Sıffin Savaşı'nın baş müsebibi Muaviye'in oynadığı roldür. Muaviye İmâm Hasan
ile sözde sulh yapıyor ancak bu anlaşmayı çiğneyen taraf da kendisi oluyor.
Ayrıca bununla yetinmeyip İmâm Hasan'ı zehirletiyor. Ardından oğlu Yezid'i
veliaht ilân ediyor. İmâm Hüseyin için ise oğluna vasiyette bulunarak,
"Biat etmezse onu öldür" diyor. Anlayacağınız, Kerbelâ hadisesi anlık
gelişmeler sonucu vuku bulmuyor. Plânlı-programlı bir şekilde oluyor. Temelleri
ise Sevgili Peygamberimiz ahirete irtihâl eder etmez atılıyor. Ehl-i Beyt'e
ilişkin ikaz ve nasihatler kulak ardı edilince olaylar birbiri ardı sıra
zincirleme olarak vuku buluyor.
"İlliyet" kavramı yani "sebep sonuç"
ilişkisi burada da kendisini gösteriyor. Eşyanın tabiatı boşluk kabul etmiyor.
Hakka sahip çıkılmadığında batıl orayı istilâ eder. Tarih boyu bu hep böyle
olmuştur. Kerbelâ hadisesi ise büyük bir ihmâller silsilesi sonucu tarihî süreç
içerisinde en vahşiyane, en gaddarca işlenmiş toplu cinayettir. Cürüm büyük
olmakla birlikte vebali çok geniş bir kitleye yayılmaktadır. Bu cinayeti
işleyenlerle birlikte sebebiyet verenler, zemin hazırlayanlar da mesûldür. Aynı
zamanda emanete sahip çıkmayanlar da vebâl altındadır.
Ehl-i Beyt imâmlarının her biri "mutahhar"
olmaları hasebiyle "yaşayan ve konuşan Kûr'ân"dırlar. Onları terk
etmek Kûr'ân'ı terk etmek anlamına gelmektedir. Nitekim Yüce Rabbimiz mahşer
günü Peygamberimiz'in şikâyetçi olacağını bildiriyor: "O gün Peygamber der
ki: 'Rabbim bu ümmetim Kûr'ân'ı mahcûr bıraktı." (Furkan:30)
Görüldüğü gibi o günün Müslümanları "yaşayan
Kûr'ân" mesabesinde olan İmâm Hüseyin'i Kerbelâ çölünde terk edilmiş
olarak (mahcûr) bıraktı. Eğer baştan beri o günün Müslümanları Allah Resulü'nün
uyarı ve vasiyetine göre İmâm Ali'ye, İmâm Hasan'a gereği gibi sahip çıksalardı,
siyasî anlamda onların velâyetinde yollarına devam etselerdi hiç kuşkusuz
Kerbelâ faciası yaşanmıyor olacaktı. Sebep sonuç ilişkisi ne yazık ki ihmaller
üzerine gelişmiş oldu. Bir özlü sözde ifade edildiği gibi, "Nasihatleri ne
kadar umursamazsanız o kadar vebâle girmiş olursunuz."
Sayın okuyucumuz, geçmişte bu ihmâli yapanlar için
diyeceğimiz o k: "Onlar bir ümmetti gelip geçti. Onların kazandıkları
kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından
sorguya çekilecek değilsiniz." (Bakara:141)
Biz onların yaptıklarını yapmazsak sorguya çekilmeyiz. Yani
Ehl-i Beyt misyonuna sahip çıkarsak vebâlden kurtulmuş oluruz...
Kerbelâ hadisesi bir yönüyle büyük bir öğretidir, büyük bir
okuldur. Şehid-i Şûheda İmâm Hüseyin'den öncelikle öğreneceğimiz ders hangi
koşullar altında olursak olalım zalimlere asla boyun eğmemeliyiz. Bu bizim
hayat şiarımız olmalıdır. Zira dinin tevellâ ve teberradan ibaret olduğunu biz
İmâm Hüseyin'den öğrendik.
Müslümanlar olarak bizim mesuliyetimiz günümüz Yezid'lerine
karşı Hüseynî bir duruş sergilememiz gerektiğidir...