ALEVİLER NE İSTİYOR?
Alevilerle ilgili her tartışma isteyerek veya istemeyerek bu
soru ile düğümleniyor: Aleviler ne istiyor? Herkesin şunu iyi bilmesi gerekir
ki; Aleviler kendileri için bir şey istemiyor! Türkiye Cumhuriyeti’nin
varlığının ifadesi olan 6 ilkeden birisi laikliktir. Aleviler, işte bu ilkenin
gerçekten işletilmesini istiyor! Yani, Aleviler Türkiye Cumhuriyeti’ni
yönetenlerin, devletin kuruluş ilkelerini sahiplenmesini ve bunun gereğini
yerine getirmesini istiyor! DEVLETİN LAİKLİK İLE SINAVI Türkiye Cumhuriyeti
Anayasası’nda da değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez
maddeleri arasında yer alan laiklik, ne yazık ki, işletilemiyor. Türkiye
Cumhuriyeti tüm inançlara ve inanç topluluklarına eşit mesafede durması ve eşit
muamele yapması zorunlu iken, İnönü döneminde başlamakla birlikte, 1950’lerden
itibaren tamamen Sünni mezhebinin temsil edildiği, korunup kollanarak imtiyazlı
bir inanç topluluğu haline getirildiği ve bunun da sistematik bir şekilde
devlet politikasına dönüştürüldüğü bir süreç yaşadık. Devletin Müslüman olmayan
inanç topluluklarına yönelik olarak, dini eğitim özgürlüğü, ibadet özgürlüğü,
ibadethanelerin masraflarının karşılanması gibi giderlerin üstlenilmesinin,
Lozan Antlaşması’nın yanlış yorumundan kaynaklandığını da, buraya bir derkenar
olarak koyalım. Lozan, Müslüman olmayan inanç toplulukları konusunda Türkiye
Cumhuriyeti’nin egemenlik haklarına ilişkin herhangi bir olumsuz şart veya
ifade barındırmaz. Ancak, Türkiye’yi yönetenler hiçbir zaman gerçek anlamda
laiklik ilkesini işletmeye yanaşmadıkları için, Rumları Yunanistan’a,
Ermenileri ise Fransa ve ABD’ye kendi elleriyle teslim ettiler. Halbuki,
laiklik ilkesi, eşit mesafede olmak/kalmak kaydı ile, Türkiye Cumhuriyeti’ne,
egemenlik alanındaki tüm inanç topluluklarıyla ilgili yasal düzenleme yapma
yetkisini de barındırır. Her devletin kendi egemenlik alanında yaşayan inanç
topluluklarının haklarını ve sorumluluklarını belirleme yetkisi vardır. Nasıl
ki, örneğin Almanya, Avusturya, İngiltere, İsviçre ve sair Avrupa devletleri
kendi egemenlik alanlarında yaşayan Müslümanlarla (Aleviler dahil!) ilgili
yasal düzenlemeler hazırlayıp, kurumlar oluşturuyorsa, Türkiye de, kendi
egemenlik alanında yaşayan tüm inanç toplulukları için yasal düzenlemeler
yapabilir ve kurumlar oluşturabilir. Lozan Antlaşması buna engel değildir.
DEVLETİN DİNİ ADALETTİR, HUKUKTUR
Bugün, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı her inançtan
çalışanların ödedikleri vergileri afiyetle tüketip, kul hakkı nedir diye sorma
gereği dahi duymayan, üstelik gasp ettiği bu hukuk dışı, ama imtiyazlı statünün
devam etmesi için siyaset yapmaktan çekinmeyen, devasa bir kurum haline gelen
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın konumu sorgulanmadan laiklik ilkesinin
hakkaniyetle işletilmesi mümkün değildir. Esasen, bu üzerinde yıllarca
tartışılacak, çözüm aranacak bir konu da değildir. Devlet yönetimi eğer
gerçekten laiklik ilkesinin işletilmesinde samimi ise yapılacak olan bellidir:
1) Ya, tüm inanç topluluklarına, Sünni mezhebinin temsilcisi haline gelmiş Diyanet
İşleri Başkanlığı’nın sahip olduğu bütçe, hak ve yetkilerin aynısı verilecek;
2) Ya da, tüm inanç topluluklarını kapsayan yeni bir yasal düzenleme içerisinde
Sünni mezhebini temsil edecek kurum/lar da eşitlik ilkesi içerisinde yer
alacaktır. Örneğin, Almanya, İslam kurumlarının da, Hristiyan inanç
topluluklarına tanıdığı hak, yetki ve sorumluluk dairesinde oluşturulmasını
düzenliyor. Buna göre, her inanç topluluğu yerelden merkeze doğru federatif bir
kurumsal yapı içerisinde temsil ediliyor. En tepede ise, tüm inançların temsil
edildiği bir konsey administratif temsiliyeti ifade ediyor. Dolayısıyla,
Katolik ile Protestan, Sünni ile Alevi ve/veya diğerleri aynı yasal düzenlemeye
muhatap ve eşit hak ve sorumluluk alanlarına sahipler. Yüzüncü yılını iki sene
sonra kutlayacağımız Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan bütün inanç topluluklarını
kapsayan tümel bir hukuk çerçevesinin oluşturulamamış olması, tek kelime ile
bugüne kadar ülkemizi yönetenlerin ayıbıdır. Ancak, kaydedelim ki, bugünkü
koşullarda, laiklik ilkesi çerçevesinde inanç toplulukları ile devlet
ilişkisini kapsayıcı bir hukuksal çerçeve içerisinde almak yerine, Aleviler ne
istiyor, tartışması yürütmek de, aynı derecede ayıptır. Bu sözüm aynı zamanda,
Alevileri temsilen devlet erkânı ile görüşmeler yapan zevata da yöneliktir. 21.
Yüzyıl Türkiye’sine yakışmıyor!
ALEVİLİK MEZHEP Mİ, TARİKAT MI?
Açıktır ki, inanç toplulukları arasında ayrımcılık yapan ve
bu ayrımcılığı sistematik bir işleyişe dönüştüren Türkiye Cumhuriyeti devletini
yönetenler Alevilerle barışmalıdır. Ancak, biz hukuksal zeminin doğru
oluşturularak, devletin tüm inanç topluluklarını kapsayan büyük bir barış
gerçekleştirmesini arzuluyoruz. 21. Yüzyılda bize yakışan budur. Türkiye
Cumhuriyeti’ni yönetenlerin kimi tarikatların baskı ve şantajları ile
ellerinin-kollarının bağlandığını duyuyoruz. Alevilere bir statü tanınmasının
önündeki engelin “anayasal” olduğu iddiası da, bu tür şantajlardan birisidir.
Tekke ve Zaviyelerin Kaldırılması Hakkındaki Kanun’u geçersiz kılarak Alevilere
haklarının tanınacağı iddiası koca bir yalandır. Bu yalanın asıl sahipleri ise,
gerici tarikatlardır. Tarikatlar, Aleviler üzerinden devlete karşı kurdukları
bu şantaj ile, Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklik ilkesini tamamen ortadan
kaldırmak istiyorlar. Aleviler, bu tür oyunlara itibar etmezler. Kaldı ki,
Alevileri bir tarikat gibi gören anlayış, her şeyden önce Alevilere hakaret
etmektedir. Alevileri aşağılamaktadır. Gerçek şudur ki, Alevilerin kendilerini
mezhep değil “yol” olarak tanımlaması Kur’an’daki “sıratel müstakim”, yani
doğru yola meyletmek, doğru yoldan ayrılmamak emrine uymaktan ötürüdür.
Aleviler birleştiricidir, ayrışmayı sevmezler ve öğütlemezler. Ayrışmak
günahtır, birleşmek sevaptır; Allah’ın emridir. Bu nedenle de, Alevilik mezhep
değildir, “İslam’ın özüdür”. Dolayısıyla, Alevileri bir tarikat derekesine
indirgeyerek, Aleviler üzerinden gerici tarikatları meşrulaştırmak, kurnaz
olmakla birlikte, beyhude kalacak bir çabadır.
ALEVİLERLE BARIŞMANIN MALİYETİ
Doğrusunu söyleyelim: Türkiye Cumhuriyeti’nin Aleviler konusunu çözmesi demek, iki buçuk gerici tarikatın şantajına boyun eğmemek, büyük bir devlet gibi davranmak demektir. Tüm çatışmalara rağmen 1826’ya kadar, Alevi-Bektaşi inanç topluluğunun devletin en üst makamlarında temsiliyetini sağlayan Osmanlı devleti ile bugün tarikatlar arasında paylaşılmış bir Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yönlendirmesi ile Alevilerin yasal kurumsallaşmasını engelleyen devlet yönetimini karşılaştırdığımızda, üzülerek görüyoruz ki, mezhep ayrımcılığı ülkemizin inanç alanındaki yönetim anlayışını Osmanlı devletinin dahi gerisine fırlatmıştır. Bugün kimi sağcı-muhafazakâr-dindar kesimlerde yere-göğe koyulmayan 2. Abdülhamit’in gerici tarikatlara karşı aldığı önlemlerin tek bir tanesini dahi uygulamaya koyacak cesareti olmayanlar, bize Osmanlı devletini övüp, öğütlüyorlar! Halbuki, Türkiye Cumhuriyeti’nin içeride Alevilerin (esasen tüm inanç topluluklarının) devlet ile ilişkilerini düzenleyen yasal çerçeve yapılması demek, Türkiye’yi Macaristan’dan Pasifik kıyılarına kadar büyütecek ve İslam dünyasında model-ülke haline getirecek bir hamle olacaktır. Azerbaycan, İran, Pakistan, Afganistan, Irak, Suriye, Yemen, Sudan, Mısır, Libya, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Makedonya, Bosna-Hersek, Kırım, Gürcistan ve daha pek çok ülkede yaşayan ve Ehli Beyt muhibbi Ahmet Yesevî ve Alevi-Bektaşi yoluna bağlı Müslümanların kazanılmasını Türkiye Cumhuriyeti’nin görev ve sorumluluğu olarak kabul eden bir yaklaşım, ilk önce Türkiye’deki yasal düzenlemeyi Anayasa'mızın da emri olan eşitlik çerçevesi dahilinde hayata geçirmesi gerekir. Bunu, son iki hafta içerisinde, beni Azerbaycan’dan, İran’dan, Horasan’dan, Kazakistan’dan, Yunanistan’dan, Makedonya’dan ve çeşitli Avrupa ülkelerinden arayan ve merak içinde “işin aslı”nı soran Alevi-Bektaşi meşrepli dostlarımdan duyduklarıma dayanarak söylüyorum. Alevilerle barışmak Türkiye’yi büyütür, ama gerici tarikatların şantajlarına boyun eğmek hem ülkemizi küçültür ve küçültmekle de kalmaz; hem de emperyalist tuzaklara açık hale getirir. Umalım ki, Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenler bu öz vatandaşını ötekileştirici hukuk dışılığın farkına vararak, doğru olanı yapmaya karar versinler.