Vakıa olarak İslâm dünyası Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Beyt
ekolleri adıyla ikiye bölünmüş vaziyettedir. Hiç kuşkusuz, bu bölünmüşlüğün
temeli Sakife'de alınan kararlara dayanmaktadır. Ben-i Said’in çardağında Ebu
Bekir’e biat edenler zaman ve süreç içerisinde Ehl-i Sünnet veya Sünnî olarak
anılır olmuşlar. Öte yandan İmâm Ali’nin (a.s) ümmetin başına rehber olarak
geçmesini isteyenler, İmâm Ali’nin (a.s) velâyetine inanıp onun tarafında saf
tutanlar Şiî ve Ehl-i Beyt ekolü olarak bilinmektedir. (Şiî sözcüğü
terminolojik olarak “taraftar” demektir. Şiâ kelimesi ise çoğul olarak
“taraftarlar” anlamına gelir.)
Ehl-i Beyt taraftarları Sakife toplantısını şöyle
yorumlamaktadır: Halife seçimi için bir araya gelinen bu toplantıda Allah
Resulü’nün (s.a.a) Gadir-i Hum’daki vasiyeti hesaba katılmamış ve bir
“oldu-bitti” kararı ile Ehl-i Beyt devre dışı bırakılmıştır.
Ehl-i Sünnet
kardeşlerimiz ise bu olayı “de fakto" koşullardan dolayı kerhen alınmış
bir karar olarak değerlendirmektedir. Zira Sevgili Peygamberimiz'in naaşı henüz
ortadayken, yani Allah Resulü (s.a.a) henüz defnedilmemişken Ensar'ın önde
gelenlerinden birkaç kişi Saad bin Ubade'yi sedye ile malum çardağa getirip
halife ilân etmeye kalktığında Ömer bin Hattab olaya müdahale edip Ebu Bekir'i
halife ilân ediyor. Bu esnada Ensar topluluğu ile Muhacirler arasında büyük bir
tartışma ve gerginlik yaşanıyor. Karşılıklı tehditleşmeler gırla gidiyor. Seçim
sonrasında bizzat Ömer bin Hattab, "bu işi bir 'oldu-bitti'ye getirmek
zorunda kaldık" diyerek itirafta bulunmuştur.
Şu da bir hakikat ki, gerekçesi ne olursa olsun İslâm’da ilk
fay hattı kırılması bu hadise ile vuku bulmuştu. Sonrasında olacak olumsuz
olaylara Sakife adeta zemin hazırlamıştı. Ancak hemen şunu da belirtmiş olalım
ki, Sakife olayından dolayı bazı şahısları telin etmek ve Ehl-i Sünnet
kardeşlerimize yönelik incitici sözler sarf etmek, vahdete her zamankinden daha
çok muhtaç olduğumuz böylesi bir dönemde asla etik ve ahlâkî değildir.
Şu da bir gerçek ki, bu işe sebep olanların sonraki
hadiselere yönelik bir art niyetleri elbette yoktu. Çünkü onlar da böylesi bir
sonucun ortaya çıkacağını tahmin edememişlerdir. Ancak şunu da ifade etmiş
olalım ki, Sakife’de böylesi bir eksen kayması yaşanmasaydı, medeniyet ve
uygarlık açısından (sadece İslâm âlemi değil) dünyanın çehresi bugün böyle
olmayacaktı. Zira Sevgili Peygamberimiz’in (s.a.a) ifadesiyle güvenliğin,
barışın ve huzurun teminatı Ehl-i Beyt imâmlarıydı.
“Benim Ehl-i Beyt’im Nuh’un gemisi gibidir. Ona sığınan
kurtuluşa erer, yüz çeviren helâk olur.”
“Benim zikrimden yüz çevirenlere yeryüzünde istikrarsızlık
vardır..” (Tâ-Hâ:124)
Yüz çevirmekten öte saldırıp savaştılar…
İmâm Ali (a.s), 25 yıl aradan sonra hükümetin başına
geçtiğinde barış ve adalet temeline dayalı bir yönetim tesis etmesi için
kendisini rahat bırakmadılar ve hemen saldırıya geçtiler. Bu saldırı ikinci bir
fay hattı kırılmasından, ikinci bir eksen kaymasından başka bir şey değildi.
Kısacası İmâm Ali’nin (a.s) hükümeti döneminde velâyet makamına yönelik peşpeşe
savaşlar başlatıldı. İslâm Devleti’nin başındaki meşru İmâm’a karşı girişilen
bu savaşlar Cemel, Sıffin ve Nehrevan olarak tarihe geçmiştir.
Bu savaşları başlatanların hiçbir meşru dayanağı ve
gerekçesi yoktu. Husumet tamamen velâyet şahı İmâm Ali’ye (a.s) yönelikti…
Muâviye’nin İmâm Ali’ye (a.s) olan kininden ve makama olan düşkünlüğünden
dolayı başlatmış olduğu "Sıffin Savaşı" aylarca sürmüş ve binlerce,
on binlerce insan bu savaşta zayi olmuştu. Ve ne tuhaf ki, bu saldırı savaşları
belirli bir kesim tarafından “içtihad hatası” olarak yorumlanmıştır. Bu ise
başlı başına bir tenakuz ve bir garabet örneğidir.
Emevîler şeytanî plânlarla yönetimi ele aldıktan sonra Ehl-i
Beyt’e olan düşmanlık evrilerek had safhaya ulaşmıştı. Öyle ki, dünya tarihinde
eşi benzeri görülmemiş bir katliam örneği Kerbelâ’da yaşanmıştı. Âlemlere
rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygamberimiz’in (s.a.a) torunu İmâm Hüseyin
(a.s) ve 72 yâreninin lime lime doğrandığı ve mübarek başların mızraklara
takılıp şehir şehir dolaştırıldığı o zaman dilimi tarihe kapkara bir leke
olarak geçmiştir.
Ehl-i Beyt imâmlarına hayat hakkı tanınmadığı böylesi bir
dönemde Müslümanlar ezilmiş ve sindirilmişlerdi. Ehl-i Beyt imâmlarına
ulaşamayan ve onlarla irtibata geçemeyen nice Müslümanlar fıkhî sorunlarını ne
yazık ki ehil olmayanlardan öğrenir olmuştu. Sonuç olarak Sevgili
Peygamberimiz’in (s.a.a) ahirete irtihâl etmesinden 100-150 yıl kadar sonra
ortalıkta 80-100 dolayında mezhep türemişti. Bu hâl ve bu keşmekeşlik Ehl-
Beyt’in mahcûr bırakılmasından, velâyet makamının terk edilmesinden kaynaklanan
bir durumdu.
Zaman ve süreç içerisinde müntesiplerinin azalmasıyla bu
mezheplerin sayısı 4’e kadar düşüyor. Bunlar Hanefî, Hambelî, Malikî ve Şafî
olarak isimlendirilmektedir. Ehl-i Sünnet dünyasının bir kesimi bu 4 mezhebi
"hak" dışındakileri ise "batıl" olarak nitelemektedir. Bu
iddiaları ise ne bir âyete ve ne de bir hadise dayanmaktadır. Bir şeyin
"hak" (mutlak doğru) olması için nassa dayanması gerekmektedir.
Mezhepler ise hakkı tespit adına ictihadî yorumlar sonucu ortaya çıkmış fıkhî
ekollerdir. Bu realiteden yola çıkarak ifade edeceğimiz o ki, mezhepler hakkı
temsil edemez.
Özellikle Emevî ve Abbasî dönemlerinde saray mollalarının
verdiği fetvalar zalim yöneticilerin taleplerine uygun bir şekilde (batıl
düşüncelere kılıf uydurmak için) verilmekteydi. Saraylara mesafeli olan âlimler
ise ya koğuşturmaya uğruyor veya zindanlara tıkılıyordu. Bilindiği üzere İmâm
Malik zindanlarda işkenceye uğramış ve orada katledilmişti. Aynı şekilde Ebu
Hanife'de kadılık görevini kabul etmedi diye hapsedilmiş ve kırbaçlanıp
işkenceye tabi tutulmuştu.
Ancak Ebu Hanife'nin iki öğrencisi olan İmâm Muhammed ve
İmâm Yusuf saraya yerleşip zalim yöneticiler adına fetva makamında
bulunmuşlardır. Bu dönemde ne yazık ki birçok Ehl-i Sünnet âlimi Emevî ve
Abbasîlerin saraylarında fetva makamlarına oturmuşlardı. Kısacası Ehl-i Sünnet
ekolünün bir kesiminde zalim yönetimleri meşrulaştırma ameliyesi böyle
başlamıştı.
Emevî ve Abbasî dönemlerinde bir taraftan öz Muhammedî
İslâm'ın yegâne temsilcisi olan Ehl-i Beyt imâmlarına ve taraftarlarına karşı
katletme, sindirme, dışlama ve ötekileştirme politikaları yürütülmüş, diğer
taraftan ise "paralel fıkıh" tahkim edilmeye çalışılmıştı.
Sonuç olarak Ehl-i
Beyt'e rağmen her türlü alternatif fıkhî
arayış, paralel yapılanmayı da beraberinde getirmiştir. Bir
fıkıh ekolünün “paralel” olması için egemen güçler tarafından empoze edilmesi
veya Ehl-i Beyt'ten bağımsız olması yeterli sebeptir. Zira Ehl-i Beyt referans
alınmadan oluşturulmuş fıkıh aslına uygun olmadığından inhiraf ve sapmaları da
beraberinde getirmiştir.
Müslümanların büyük bir kesimi zaman ve süreç içerisinde bu
fıkhî paralel yapıları hakkın yegâne temsilcisi olarak içselleştirip
kanıksamışlar. Kendilerinin dışında
olanları ise bidat ehli - sapkın fırka olarak tanımlamaktadırlar. Böylesi
ötekileştirme ve dışlama furyasının akabinde ise iş tekfir etmeye kadar
varmaktadır. Bazıları ise Ehl-i Beyt taraftarları için “bidat ehli” demekle
yetinmektedirler. Söyledikleri şu: “Her ne kadar bidatçı olsalar da, Kıble
ehlidirler tekfir edilemezler.” Oysa Ehl-i Beyt ve taraftarlarına “bidat ehli”
yaftasıyla ümmet bünyesinin kenarında, köşesinde yer vermek büyük bir
haksızlıktır. Çünkü aslî unsur ve tüm ümmet için merci Ehl-i Beyt’tir.
Öyle ki, Ehl-i Beyt imâmlarının ortaya koymuş olduğu fıkıh
ictihada değil, direkt olarak nassa dayanmaktadır. Zira Ehl-i Beyt imâmları
kesbî ilimlerden mâadâ "vehbî" ilimlerle de mücehhez kılınmış
oldukları için, yani (âyetle sabit olduğu üzere) "mutahhar"
olduklarından dolayı ictihada ihtiyaç duymadan nassı referans alarak fetva
veriyorlardı…
Özellikle şunu belirtmiş olalım ki, Ehl-i Beyt imâmları için
"icma" ve "kıyas" söz konusu değildir. Onların beyanatları
nass hükmündeydi ve bu yüzden Ehl-i Beyt mektebi paralel fıkıh ekollerinin
aksine öz Muhammedî İslâm'ı temsil etmektedir. Bu yadsınamaz hakikate
istinaden, Allah Resûlü'nün (s.a.a) gerçek vasîleri olan on iki Ehl-i Beyt
imâmı sadece irfanî, manevî ve soyut sevgi bağlamında değil fıkhî ve siyasî
konularda da ümmet açısından bağlayıcılık arzetmektedir. Zira toplumsal
hayatımızı da ihata eden ilâhî ilmin muhafızı ve müfessiri onlardır. Mutlak
doğrunun kayyumu ve yed-i emini onlardır. Allah Resûlü (s.a.a) ahirete irtihâl
etmeden önce ashabına onları rehber tayin etmişti. "Size iki ağır emanet
bırakıyorum.." diye beyân etmeye başladığı sözleri Kûr'ân ve Ehl-i Beyt
imâmlarına mebnidir...
Nitekim sık sık vurguladığımız gibi Şûrâ Sûresi'nin 23'ncü
âyetinde de mutlak ihtiram ve itaatin Ehl-i Beyt'e gösterilmesi gerektiği ilâhî
bir emir olarak karşımıza çıkmaktadır. Öte yandan, ümmetin yönetimini ellerine
geçiren egemen güç odakları ise mutlak itaatin kendilerine yapılması
gerektiğini dayattılar. Ne yazık ki, tarih boyu ümmetin büyük ekseriyeti Ehl-i
Beyt imâmları yerine, liyakât sahibi olmayan zalim yöneticilere itaat eder
olmuşlar. Elbette ki, iş sadece itaatle sınırlı kalmadı. Bu algı
operasyonlarıyla ve bu paralel yapılaşma ile insanların bir çoğunda din
mantalitesi de değişmiş oldu.
“İnsanlar yöneticilerin dini üzeredir.” (Hadis)
Sınırlarını yöneticilerin belirlediği bir hayatı yaşayan ve
böylece tevhidî özden uzaklaşmış olan insanların Kûr'ân'ın ön gördüğü
medeniyete ulaşmaları mümkün değildir. Tarih buna şahittir. Ehl-i Sünnet
dünyasından bazı âlim ve düşünürler bu gerçeği itiraf edip İslâm ümmetinin
tarih boyu adil yönetimler yerine Emevî tarzı saltanatları tercih ettiklerini
dile getirmektedirler. Ne yazık ki, öyle olmuş ve ümmetin ezici çoğunluğu
keşmekeşlikler içerisinde bugünlere gelmiş bulunmaktadır. Ehl-i Beyt
müntesipleri ise ümmet bünyesinde azınlıkta kalmasına rağmen inanç ve edim
bakımından değerlerinden ödün vermeden, hiçbir savrulmaya mahâl bırakmadan ve
sabit ber kadem bir şekilde yollarına devam etmişlerdir.
Hiç kuşkusuz, tarih boyu değerlerine sadakatle bağlı
kalmaları birçok bedelleri ödemeyi de beraberinde getirmiş. Bedel ödemeye
gösterilen tahammül ise Kerbelâ'da zirveye çıkmıştı. Hiçbir Ehl-i Beyt muhibbi
yoktur ki, Kerbelâ anıldığında içi dilûn olmasın, yüreği sızlamasın. Ama
Kerbelâ aynı zamanda onur ve izzetin adresidir. Kerbelâ zulme direnişin, zalime
baş kaldırışın adresidir. Kerbelâ kıyamı ve aşura kültürü başlı başına bir
okuldur… Bu okul Ehl-i Beyt misyonunu canlı tutarak tüm çağlara ve tüm
nesillere aktarmaktadır.
Ehl-i Beyt öz Muhammedî İslâm'ın referans ve öğrenim
kaynağıdır. Din, başkalarından yani paralel oluşumlardan değil, öz Muhammedî
İslâm'ı temsil eden Ehl-i Beyt imâmlarından öğrenilmelidir...
Nitekim İmâm Câfer (a.s) şöyle buyurmaktadır:
"Resûlullah'ın (s.a.a) gerçek vasîleri olan bizler dururken başkalarından
dini öğrenmeye kalkmak dalâletten başka bir şey değildir."