Atlantik basınında Zirve’ye ilişkin rahatsızlığı, Almanya merkezli Bild gazetesinin “Despotların buluşması” başlıklı haberi özetliyor. İran’da ise Erdoğan’ın 4 yıl aradan sonra Tahran’ı ziyaret etmesi ve Astana Zirvesi genel olarak çok olumlu olarak değerlendiriliyor. Tahran’da, Putin-Erdoğan-Reisi buluşması, ABD Başkanı Biden’ın Suudi Arabistan ve İsrail ziyaretleri ile karşılaştırılıyor. Erdoğan ve Putin’in ikili ve üçlü görüşmelerde “son derece yapıcı” oldukları kaydediliyor ve Biden’ın turu başarısız, Tahran Zirvesi ise çok başarılı olarak niteleniyor.
Zirve’de üç liderin açıklamalarında belli ton farkları olmakla birlikte, toplantı sonunda yayınlanan bildirideki ana hedefin, PKK/YPG vasıtasıyla Suriye’yi bölmeye çalışan ABD’nin işgalini sonlandırmak olduğu görülüyor. Bildiride bu hedefe Suriye’nin egemenliğinin ülkenin tamamında sağlanmasıyla ulaşılabileceği açık bir şekilde belirtiliyor.
Peki bu nasıl sağlanacak? Burada üç ülke arasında farklılıklar ortaya çıkıyor. Ankara aslında, Astana işbirliği ile uygulamada Şam yönetimini meşru bir otorite olarak kabul etmiş durumda. Ama bir yandan bunun gereği olarak Şam ile doğrudan masaya oturarak sorunların ortak çözümüne girişmekten kaçınıyor. Moskova ve Tahran ise, Ankara’nın Şam’daki meşru otoriteyi tanımasını ve eylemlerini Suriye ile eşgüdüm halinde yapmasını istiyor.
Aslında üç ülke arasında nihai çözüme ulaşmayı geciktiren farklıkları gidermenin basit bir yolu var. Türkiye için en hassas mesele olan PKK/YPG’yi tasfiye etmek hedefine ulaşmanın en kestirme yolunun, Şam yönetiminin Fırat’ın doğusu dahil ülkenin tamamında egemenliğini yeniden kurmasına destek vermek olduğu açık. Bu, aynı zamanda Türkiye için maliyeti en düşük ve Mehmetçik üzerinde yükü hafifletecek bir çözüm. Bunu sağlamak tabii, bugünden yarına çok kolay değil. Ama Türkiye için Suriye’nin kuzeyinden kaynaklanan tehdidi bertaraf etmenin başka bir yolu yok. Ankara prensipte buna karşı çıkmıyor. Ama Şam ile masaya oturmak için, Suriye’de “siyasi çözüm” yoluyla kurulacak yeni bir yönetimin işbaşına gelmesini şart koşuyor. Bu tutum, sorunu çözmediği gibi tam tersine büyütüyor. Üstelik, bir yandan ABD’nin PKK vasıtasıyla Suriye’yi bölmesine karşı çıkarken, diğer taraftan Türkiye denetiminde ayrı yönetim bölgeleri oluşturmakta ısrar ediliyor. Bu, Suriye’yi başka bir yerden bölmek anlamına geliyor. Böylece, ABD’ye fırsat verilmiş ve eylemleri meşrulaştırılmış oluyor.
Şu gerçeği mıh gibi aklımıza çakmamız gerekiyor: Suriye’de yönetimde kimin olduğu Türkiye’nin ya da başka bir ülkenin değil Suriye halkının sorunudur. 11 yılın sonunda, bu politikanın Türkiye için ulusal güvenlik tehditlerini büyüttüğünü daha anlamadık mı? Unutmayalım, Suriye’yi bölme ve bu ülke için dışarıdan yönetim tayin etme politikasının asıl sahibi ABD’dir. ABD, aynı zamanda Türkiye’de de iktidarı belirlemek için tezgâhlar işletmektedir.
Toplam olarak bakıldığında Tahran’daki Astana Zirvesi, Türkiye, Rusya ve İran arasında yeniden olumlu bir iklimin ortaya çıktığını göstermektedir. Rusya’nın, Barış Pınarı Harekatı’ndan sonra, Türkiye ile 22 Ekim 2019’da imzaladığı mutabakatta verdiği “PKK’yı Münbiç ve Tel Rifat’tan çıkarma” taahhüdünü hayata geçirmek için daha fazla çaba göstereceği koşullar oluşmuştur. İran’da da benzer bir havanın hakim olduğu görülüyor. Ankara-Tahran-Moskova arasında öncelik farklarının giderilebileceği zemin güçlenmiştir. Bu olumlu iklimin değerlendirilmesiyle, Suriye’de PKK’nın nihai olarak bertaraf edilmesi yoluna girilebilecektir.
aydınlık