Ahzab soruyor: "Ya Resulullah! Mademki sen son
peygambersin o halde senden sonra ümmetin hali ne olacak, onlara kim önderlik
ve rehberlik yapıp hidayet yollarını gösterecek?" Bu sorunun akabinde
hemen ayet nazil oluyor: "İnsan, kendisinin başı boş bırakılacağını mı
sanır?" (Kıyamet: 36)
Bu ayetin inzalinden sonra Allah Resulü, ilk vasîsinin İmâm
Ali olduğunu söylüyor ve 12 Ehl-i Beyt imâmlarının isimlerini tek tek
sıralıyor. Bu imâmların kıyamete kadar ümmete rehberlik etmeleri gerektiğini
vurguluyor. Dinin yanılabilir insanlardan değil de mutahhar olandan öğrenilmesi
gerektiğine istinaden Ahzab Sûresi'nin 33'ncü ayetinde (müzekker hitap kipi
ile) Ehl-i Beyt imâmlarının mutahhar kılındıkları belirtilmektedir. Mutahhar
olana ancak mutlak itaat yapılır. Onu da Nisâ Sûresi'nin 59'ncu ayetinde
görüyoruz. "Allah'a, Resulü'ne ve sizden olan ul'ûl emre (Ehl-i Beyt'e)
itaat ediniz." Ayette geçen Allah ve Resulü'nün yanısıra ul'ûl emre mutlak
itaat, ul'ûl emrin mutahhar olmasını zorunlu kılmaktadır. Zira Kûr'ân'da
geçtiği üzere ebeveyne dahi koşullu itaat söz konusudur. Ul'ûl emre yani Ehl-i
Beyt'e koşulsuz itaat etmemiz emredilmekte. Peki bu itaat mekanik ve tekdüze
bir itaat midir? Hayır öyle değil! Peki bu itaat nasıl olmalı? Pazarlıksız
olarak sevgi ile, içtenlikle, meveddet ve ihtiram ile olmalı. Bakınız Yüce
Allah ne buyuruyor: "Ey Resulüm de ki, 'bu tebliğime karşılık sizden bir
ücret istemiyorum; ancak buna mukabil sizden yakınlarıma (Ehl-i Beyt'ime)
meveddet göstermenizi istiyorum." (Şûra: 23) Ayette geçen
"meveddet" sözcüğü Arapça "sevgi, saygı, ihtiram ve siyasî
rehberlik" anlamlarına gelmektedir. Bu ayete istinaden Sevgili
Peygamberimiz buyuruyor ki: "Benim Ehl-i Beyt'imden öne geçmeyin, onlardan
beri olmayın, onlara öğretmeye kalkmayın, onlar sizden bilgilidirler, onlar
sizin öğretmenleriniz ve yol göstericilerinizdir, onlar benim vasîmdir. Onları
sevip sayan beni sevip sayar, onlara düşman olan bana düşman olur, bana
düşmanlık ise Allah'a düşmanlıktır." Bir başka Hadis-i Şerif'lerinde ise,
"Ya Ali seni ancak münafıklar sevmez" diye buyurmaktadır. Bu
beyanatlar kendilerini Ehl-i Sünnet diye tanımlayan kesim tarafından inkâr
edilmiyor. Sadece farklı yorumlanıyor: "Ehl-i Beyt imâmları biz İslâm
ümmetinin manevî liderleridirler. Allah Teâlâ onları mutahhar/pak ve temiz
yaratmıştır siyaset ise kirlidir. Allah Teâlâ onların kirli olan bir şeye
bulaşmalarını murad etmemiştir." (Said-i Nursı: Dördüncü Lemalar; s.
27-28)
Şimdi adama sormazlar mı, madem siyaset kirlidir Allah
Resulü Mekke'den Medîne'ye hicret edip orada siyasî bir yapı olarak 52 maddelik
anayasa metni ile neden İslâm Devleti'ni kurdu? Neden İslâm'ı siyasi devlet
mekanizması olarak müesses bir nizama dönüştürdü? Toplumsal düzenin adalet
temeline dayalı bir mekanizmaya, bir devlet yapılanmasına zaruri olarak ihtiyaç
vardır. İnsan anti sosyal bir varlık değil ki siyasete ihtiyaç duymasın.
Şunu bilmiş olalım ki, siyasetin kirlisi de vardır temizi
de. Firavun örneğinde olduğu gibi tarih boyunca baskıcı/despot kötü yöneticiler
hep olagelmiştir. Bunlar ve ardılları kötü siyaseti temsil etmektedirler.
Davud, Süleymen Yusuf ve Muhammed aleyhisselam gibi yönetim mekanizması
kendilerine bahşedilen peygamberler temiz siyaseti temsil etmektedirler.
"Andolsun ki, biz peygamberlerimizi apaçık belgelerle
gönderdik ve insanlar adaleti (bir müesses nizam olarak) teminat altına
almaları için beraberlerinde (anayasa niteliğinde) kitabı ve mizanı
indirdik." (Hadid: 25) "Ey Resulüm biz seni din (ve yönetim)
hususunda şeriat (hukuk düzeni) üzerine görevli kıldık, sen o şeriata (hukuka)
uy, bilmeyenlerin heva ve hevesine değil." (Casiye: 18) Ayetlerden de
anlaşılacağı üzere Sevgili Peygamberimiz Medine'de Allah Teâlâ'nın inzal etmiş
olduğu adalet temeline dayalı ve hukukun üstünlüğünü esas alan ilâhî yasalarla
İslâm'ı müesses nizama dönüştürüp mutlak anlamda "temiz siyaset"
uygulamıştı.
Şunu bilmiş olalım ki, İslâm tarihinde asıl olarak siyaset
seküler bir yapıya büründürülerek Sakife'de kirletildi ve sonrasında bu
kirlilik Emevî ve Abbasîlerle devam etti. Oysa Peygamberimiz'den sonra temiz
siyaset Ehl-i Beyt imâmları tarafından sürdürülecekti. Sakife'de buna engel
oldular. 25 yıl aradan sonra yönetim İmâm Ali'ye teslim edildiğinde gördük ki,
İslâm'ın adalet anlayışı en iyi şekilde uygulanmaya konulmuş. Üstelik bu beş
yıllık iktidarda İmâm Ali ve yönetim merkezi üç ayrı savaşla saldırılara maruz
kaldı. Buna rağmen o adalet anlayışından ödün vermedi. Hatta devletin başına
geçmesi için insanlar tarafından evi muhasara altına alınıp kendisine ısrarla
baskı yapılması üzerine, insanların yıllar önceki vefasızlıklarını bildiği
için, "Gidin kendinize başkasını seçin, siz benim adalet anlayışıma
tahammül edemezsiniz" demişti. Israrcıların önde gelenlerinden Talha ve
Zübeyr ne yazık ki ilk tahammül edemeyenlerden oldular. İstedikleri valilikler
kendilerine verilmeyince sıvışıp doğruca Aişe Validemiz'in yanına gittiler ve
onu ikna ederek Cemel Savaşı'na sebebiyet verdiler. Öte yandan kendisi "tuleka"
olduğu için Allah Resulü tarafından siyasî yetki verilmemesi gereken Muaviye,
İmam Ali tarafından azledilince eşkiya sürüsünü etrafına toplayıp Sıffin
savaşını başlatmıştı. Yani o da İmam Ali 'nin adalet anlayışına tahammül
edememişti.
(Mekke'nin fethinden sonra Müslüman olduğunu söyleyenlerin
güvenilir olmadıkları için kendilerine siyasî yetki verilmemesini bizzat Allah
Resulü emretmişti. İkinci halife bu emri çiğneyip Muaviye'yi Şam'a vali tayin
etmişti. Gördüğünüz gibi Allah Resulü'nün emrini dinlememek nelere mal oluyor.
Aynı şahıs Sakife'de de Allah Resulü'nün emrini dinlememişti. Kırtas olayı da
ayrı bir felâket.)
Sevgili Peygamberimiz ve ashabı Bedir, Uhud ve Hendek
savaşlarını müşriklere karşı yapmışlardı. İmâm Ali ise Cemel, Sıffin ve
Nehrevan savaşlarını ümmetin içerisindeki isyancılara karşı yapmıştı. Ne kadar
acı değil mi?
İmâm Ali'nin adalet anlayışına ve temiz siyasetine üzerinde
cahili kalıntıları taşıyanlar elbette tahammül edemez. İmâm Ali'nin iç
isyanlarla ve iç savaşlarla geçen beş yılına baktığımızda bütün zorluklara
rağmen hak temeline dayalı adalet anlayışından ve temiz siyasetinden zerrece
taviz vermediği görülecektir. İmâm Ali'nin hak temeline dayalı adalet
anlayışını yansıtan şu sözlerine bakar mısınız: "Bütün dünyayı varmeye
karşılık bir karıncanın ağzındaki yarım arpa parçasını almamı isteseler vallahi
bunu yapmam."
İlim ve irfan şehrinin kapısı İmâm Ali'nin işte böyle bir
adalet anlayışı vardı.
Evet, temiz siyaset ve adalet görmek isteyenler İmâm Ali'nin
Malik Eşter'i Mısır'a vali atadığında eline verdiği o talimatnameye baksınlar.
Mutlak manada hukukun üstünlüğünü esas alan
o meşhur talimatname bugün kamu binalarının ve ticarethanelerin
duvarlarını süslemektedir. Ehil olanın, liyâkat sahibi olanın, ilim şehrinin
kapısı olanın talimatnamesi elbette böyle olur. İnsan hakları evrensel
beyannamesi niteliğinde olan o talimatnameye bugün ivedilikle ihtiyaç var.
Sakife'de kırılan fay hattı ve yaşanan eksen kayması Emevîlerle zirveye ulaştı.
Metafor olarak kullanılan şu söze kim itiraz edebilir? "Eğer Sakife
olmasydı vallahi Kerbelâ olmayacaktı." Bilmem anlatabildik mi?
Allah Resulü Ehl-i Beyt'inin konumu ve onlara nasıl
davranılması gerektiği hususunda Şûra Sûrasi'nin 23'ncü ayeti muvacehesinde
defaatle uyarılarda bulunmuştu. Ama ne yazık ki, dinlemediler, uymadılar,
ihtiram, saygı ve meveddet göstermediler.
"Benden sonra yanlış yollara sapmayasınız diye size iki
ağır emanet bırakıyorum. Bunlara sarılırsanız sapmazsınız. Bunların ilki Allah
Teâlâ'nın kitabı Kûr'ân-ı Kerim, diğeri ise Kûr'ân-ı Kerim'le benim sünnetimin
muhafızı ve müfessiri olan Ehl-i Beyt'im." Tekrar sormuş olalım, akratmış
olduğumuz bu Hadis-i Şerif nasıl olurda siyasetten muaf tutulur ve sadece
"manevî lider" kalıbında yorumlanır? Böyle bir ayrıma gitmek seküler
bir mantığın ürünü değil midir? İşte Sakife'de bunu yaptılar. Sonra malum
kişiye biat etmesi için Peygamber vasîsinin evine baskın düzenlediler. Evi
yakmak için tehditlerde bulundular. Kapı arkasında Fatıma Validemiz'i
sıkıştırıp eziyet ettiler. (Bazı kaynaklarda bu sıkışma esnasında Fatıma
Validemiz'in düşük yaptığı rivayet edilmektedir.)
Bakınız işin acı tarafı dört hak mezhep metaforunu kullanan
kesim nedense bu konuları asla gündemlerine almazlar. "Hak mezhep"
söylemi ile hakkın üstünü örtmektedirler.
Yüce Rabbimiz, "Hakkı bâtılla örtbas etmeğe kalkışmayın
ve bile bile gerçeği gizlemeyin." (Bakara: 42) demiyor mu? Evet, ne yazık
ki gördüğünüz üzere, Sahih Hadis ile varid olan ve "nass hükmündeki Ehl-i
Beyt'in siyasî rehberlik gerçeği" nasıl bir manipülatif yaklaşımla tersyüz
edilmiş? Öyle bir hale gelinmiş ki, Ehl-i Sünnet cenahında Ehl-i Beyt
imâmlarının manevî yönleri de anlatılmamakta/yazılmamakta. Somut örnek vermiş
olalım, elime Ehl-i Sünnet âlimlerinin biri tarafından yazılmış eseri alıp
okudum, fakat koskoca 500 küsur sayfalık bu kitapta iki satır dahi Ehli Beyt
imâmlarından söz edilmiyor. "Şu sahabe-i kiram, bu sahabe-i kiram"
denilerek ve olmadık meth-ü senalarda bulunularak ömrümüzde duymadığımız
kişilerin isimleri zikrediliyor, fakat ne yazık ki bu tür eserlerde Ehl-i
Beyt'in esamesi okunmuyor.
Bu hakkın üstünü örtmek değil de nedir?" Ehl-i Sünnet
âlimlerinin yüzlerce eserini/yazılı metinlerini okumuş biri olarak ifade etmiş
olalım ki, bazı eserlerde Ehl-i Beyt'ten söz edilse bile olay öyle bir yere
evriliyor ki, Ehl-i Beyt'e ihanet edenler, Ehl-i Beyt'i katledenler
"ictihat hatasıdır" denilerek en sinsi mazeretlerle temize
çıkarılmaya çalışılıyor. Bu son derece üzücü bir durum değil midir?
Mademki dört hak mezhep metaforundan söz ediyoruz, o halde
konumuzla ilintili olarak bir hususa daha açıklık getirelim: Mezhepler
"fıkhi çıkarsama ürünü" olduğuna göre, neden fıkhî çıkarsama sonucu
oluşturulmuş dar kapsamlı klik/ekol içerisine kendinizi hapsediyorsunuz? Fıkhî
çıkarsamanın, yani mezhebin dışında "nass" diye bir olgu yok mudur?
Din sadece fıkhî istinbat kapsamında oluşmuş ekolden müteşekkil midir? Oysa
dinin asli bileşeni "nass"dır. İçtihad tali meselelerle ilgili
fürûattan bir konudur. İctihadı küçümsediğimiz anlaşılmasın, o da dinin
bileşenlerindendir. Ancak ifade ettiğimiz gibi müctehidlerin ürünüdür. İçtihat
her şeyden önce dinin temel kriterleri ile uyumlu olmalıdır. Dinin aslına, yani
tevhidî değerlere tezat teşkil eden içtihad merduttur. Reddi vaciptir. Şu hâlde
mukallid Müslüman taklit edeceği müctehidi çok iyi seçmek ödevindedir. Öyle
müctehid diye geçinen zevat var ki, Allah Teâlâ Hûd Suresi'nin 113'ncü ayetinde
"Zalime meyletme yoksa sana da ateş dokunur" diyor, müctehid
müsvettesi ise kalkıp, "peygamber katibidir" dediği katile rahmet
okuyor. Mümeyyiz olamamak böyle bir şey işte. Hani bir darb-ı mesel var:
"Yarım doktor candan eder, yarım hoca dinden eder."
Asıl mesele "mer'i olan nass'da içtihada mesağ
yoktur." ilkesini prensip edinmektir. Biz öncelikli olarak
"nass"ı referans almak durumundayız. Bu aynı zamanda imânî bir
zorunluluktur..
Ehl-i Beyt hakikati nass'dır. Mezhepler ise fıkhî
ekollerdir. Peki bu dört mezhep müntesiplerinde nass'a karşı aidiyet bağlamında
sorumlulukları yok mu? Elbette, Ehl-i Beyt hakikatine yönelecek olsalar fıkhî
konuları ve ferî meseleleri bu ekolden tedarik etme durumunda kalacaklar.
Bilmemiz gereken o ki, mezhepler ferî meselelerle ilgili
konularda Kur'an ve Sünnet referans alınarak istinbat/çıkarsama/ictihad sonucu
oluşmuş fıkhi ekollerdir. Aslî değil ferî meselelere münhasır bir durum bu.
Aslî meseleler ise tevhidî ilkelere bağlı, akideye taallûk eden hususlardır.
İctihad zannidir, itikatta ise zan caiz değildir.
Zan mahsulüne "hak" diyemeyiz. Hak
"nass" ile sabit olandır. İnanç ve imân konusunda şüpheye mahâl yoktur.
İnsanların çoğu zanna uyuyorlar. "Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyarsan,
seni Allah yolundan saptırırlar. Çünkü onlar zandan başka bir şeye tâbi
olmuyorlar ve temelsiz bir tahminden başka bir şeye de dayanmıyorlar."
(En'âm: 116)
Ferî mesele de olsa fıkhî konularda kalp mutmainliği de
gereklidir. Bunun bir tek yolu vardır, mutahhar imâma tabi olmak. Mutahhar
olanlar ise sadece Ehl-i Beyt imâmlarıdır. (33/33)
Özellikle akideye taallûk eden hususlarda müçtehid de olsa
yanılabilir/yanıltabilir vasfına sahip kişilere mutlak manada intisab etmek bir
kere fıkhen caiz değildir. Fakat bakıyorsunuz, "İmân'da Eşarî'yi, amelde
Maturidî'yi taklit ediyoruz" diyebiliyorlar. Eşarî kim, Maturidî kim Allah
aşkına, Ehl-i Beyt imâmları dururken bunlara intisab etmek de neyin nesi?
Ne yazık ki Ehl-i Sünnet denilen kesim yanılabilir bu iki
şahsı imânda ve amelde taklit mercii olarak kabul etmektedir.
Kısacası ümmetin büyük ekseriyeti bunları kendilerine
referans almışlar. Mutahhar olmayıp helâl ile haramı karıştıranları referans
almak o şahısları Hıristiyanların ruhbanlarını rab edinmelerine benzer bir
duruma düşmek değil midir? Bir eserden somut örnek vermekle bu meseleyi vuzuha
kavuşturmuş olalım:
Suriyeli Ehl-i Sünnet âlimi Ramazan el-Buti'ye ait olduğu
söylenen "Mezhepsizlik" isimli eserde, kendisinin reddiyede bulunduğu
husus şöyle: Birileri Tevbe Sûresi'nin 31'nci ayetinde geçen, "Onlar...
Ruhbanlarını rab edindiler" ifadesinden yola çıkarak Müslümanların bir
kısmı mezhep imâmlarını rab edindikleri iddia edilmekte. Adı geçen eserde bu
iddiaya reddiyede bulunuluyor. Fakat helâlleri haram, haramları helâl yapanlar
hakkındaki bu iddia da yabana atılmamalı. Bu yaklaşım göz ardı edilmemeli. Zira
bu mezheplerden birinin haram dediğine diğeri helâl diyorsa, birinin mekruh
dediğine diğeri caiz diyorsa burada tehlike sınırlarını aşan bir çelişki, bir
tenakuz var demektir?
İddia ettiklerine göre dört mezhep de hak ise neden bu
mezhepler birleştirilmiyor? Birleştiremezler zira her birinin fıkhî kural ve
çıkarsaması diğerleri ile tenakuz ve çelişki hâlinde. Az önce söz konusu
ettiğimiz gibi, birinin helâl dediğine diğeri haram diyor. Biri müfsid diyor,
diğeri mubah diyor. Oysa hak bir tanedir. Birinin helâl dediğine
"hak" diyeceksin, diğerinin yine aynı meseleye haram dediğine yine
"hak" diyeceksin, bu olacak iş mi? Biri eşine elini değecek abdesti
bozulacak, diğeri öpse de bozulmayacak, birine göre at eti helal, diğerine göre
haram. Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Çünkü çelişkilerle dolu fıkhî kuralları
var.
Bu konuda bir başka husus ise mezhepler kuruluş aşamasından
itibaren temel kriterler, temel haram/helâller hususunda sabit kalmamışlar,
aksine sürekli bu mezhepleri temsil eden alimler tarafından yeni yorumlarla
değişikliğe gidilmiş. Örneğin, Ebu Hanife ve İmâm Malik zalim sultanlara itaati
haram bilmişler ve verdikleri fetvalar bu yönde olmuş. Ayrıca bu
düşüncelerinden dolayı zamanlarının sultanları tarafından zulme ve işkencelere
maruz kalmışlardı. Hatta bu yüzden İmam Mâlik zindanda şehid edilmişti. Ancak
ne üzücüdür ki, bu imâmlar adına mezhep sözcülüğünü üstlenen/ele geçiren İmâm
Yusuf ve İmâm Muhammed gibi zevat saraylarda ki fetva makamlarına yerleşip
mensubu bulundukları mezhep adına zalim sultanlara itaati vacip görmüşler.
Böylece mezhep müntesiplerini zalim sultanlara itaat etmeye icbar etmişler.
Zalim sultanlara itaati gerekli gören bir takım sözde alimler hakkında
("Mezhepsizler" isimli söz konusu eserde) yorum yapan bazı zevat şu
talihsiz sözleri dile getirmektedir: "Mezhep kurucularının isabetsiz ve
zayıf kaldıkları meselelerde kendilerinden sonra gelen İmâm Yusuf ve İmâm
Muhammed gibi dirayet sahibi/kendilerinden daha güçlü alimlerin verdikleri
isabetli ve sağlam fetvalarla mezheplerini tahkim etmiş olmaktadırlar."
Allah aşkına şu yoruma bakar mısınız? Zalimlere itaati gerekli gördükleri için
mezhep imâmlarından üstün bir dirayete sahip oldukları iddia edilmekte.
Sevgili Peygamberimiz buyuruyor ki: "Benim ümmetim için
en korktuğum şey, saptıran önderlerdir."
Ali Erdem Koral