Her şeyden önce Ehl-i Beyt olgusu Kûr'ânî bir hakikattir.
Bunun yanı sıra Ehl-i Beyt gerçeği, "Sahih Sünnet" ile çok sarih bir
şekilde beyan edilmiş, inkârı mümkün olmayan ilâhî bildirimli bir hakikat
olarak karşımızda durmaktadır. Bu nedenle inkâr edilmesi durumunda kişinin
küfrü meşhûd gayyasına yuvarlanması söz konusudur.
Hâl böyle iken, nasıl olur da İslâm dünyasının belirli bir
kesimi Ehl-i Beyt hakikatine kayıtsız ve bigâne kalabilir?
İslâm tarihi boyunca birtakım ihmâlkarlıklar ve
vefasızlıklar yaşanmış. Bir taraftan da Ehl-i Beyt ile ümmet arasına
setler/bariyerler konulmuş. Olayı baştan izah edecek olursak, özeklikle Sevgili
Peygamberimiz'in vefatı ile Ehl-i Beyt hakikatine bigâne kalınıp boş sayılan
otoritenin yerine Ensar topluluğundan Saad bin Ubade'nin halife seçilme
teşebbüsü ve o esnada cereyan eden hadiseler, ardından 30 yılı aşan bir süre
sonra Emevîler'in iktidara gelme teşebbüsleriyle birlikte Ehl-i Beyt düşmanlığı
da ayyuka çıkmıştı. Sıffin Savaşı'nı hatırlayalım! Ardından Kerbelâ katliamının
gerçekleştirilmesi ve sonrasında uzun yıllar boyunca sürdürülen Ehl-i Beyt
düşmanlığı ümmet nezdinde velâyet olgusunun unutulmasına da sebep oldu. Söz
konusu bu hadiseler tarihte kalmış olmasına rağmen bugün Ehl-i Beyt gerçeğinin
Müslümanlar nezdindeki konumu ne yazık ki İslâm ümmetinin büyük bir kesimi
tarafından bilinmemektedir. Bazı kesimler ise, "Ehl-i Beyt imâmları bizim
manevî liderlerimizdir" diyerek onları sadece bu düzlemde
sahiplenmektedirler. Oysa onların temsil ettiği makam sadece manevî alanla
sınırlı değil. Bakınız, Kûr'ân ve Sünnet sosyal hayata ilişkin bir takım
hükümleri sunuyorsa ve Sevgili Peygamberimiz'in (Medine'de) toplumsal düzenin
tanzimine ilişkin hukukun üstünlüğünü esas alan bir anayasal düzen örnekliği varsa,
doğal olarak Peygamberimiz'in vasîleri olan Ehl-i Beyt imâmlarının da bu
misyonu üstlenmeleri mantıksal bir zorunluluktur. Buna engel olundu diye bu
gerçeği yok sayamayız. Geçmiş tarihlerde yaşayanlar için Kûr'ân'ın ifadesiyle,
"Onlar bir ümmetti geldi geçti. Onların yapıp ettikleri kendilerine, sizin
yapıp ettiğiniz size." (Bakara:134;141) diyerek biz bugün kendimize
bakmalıyız. Bakınız, biz Müslümanlar olarak Kûr'ân ve Sünnet'ten mesûl
olduğumuz gibi Kûr'ân ve Sünnet'in muhafızı ve müfessiri olan Ehl-i Beyt'in
velâyetinden de de sorumluyuz. "Ey Resûlüm de ki: 'Bu tebliğime karşılık
sizden bir ücret istemiyorum. Ancak Ehl-i Beyt'ime meveddet göstermenizi
istiyorum." (Şûra:23) Sevgili Peygamberimiz bir Hadis-i Şerif'lerinde
şöyle buyuruyor: "Benden sonra yanlış yollara sapmayasınız diye size iki
ağır emanet bırakıyorum. Bunlardan ilki Allah'ın kitabı Kûr'ân-ı Kerim, diğeri
ise Kûr'ân-ı Kerim ile benim sünnetimin muhafızı ve müfessiri olan Ehl-i
Beyt'im. Bunlardan yüz çevirmediğiniz süre dalalete düşmezsiniz. Benim Ehl-i
Beyt'im Nuh'un gemisi gibidir. Ona sığınan kurtuluşa erer, yüz çeviren helâk
olur." Şia ve Sünnî kaynaklarında meşhur olan bu "Sahih Hadis"
biz İslâm ümmeti için kati bir şekilde bağlayıcılık arz etmektedir. Bilindiği
üzere liyâkat dünyevî makam ve yönetim anlayışında da belirleyicidir. Şöyle
açıklık getirmiş olalım: Eğer Ehl-i Beyt hakkında söz konusu ettiğimiz
kat'i/kesin nass olmasa bile bu belirleyici ilkeden yola çıksak bile adres yine
Ehl-i Beyt'i gösteriyor. Zira ilimde en üstün vasıflara sahip olan onlardır.
"Hiç bilenlere bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer:9) Bir Hadis-i
Şerif'te Sevgili Peygamberimiz şöyle buyuruyor: "Ben ilmin şehri isem,
kapısı da Ali'dir, bana o kapıdan gelin."
Bilindiği üzere İmâm Ali, risalet süresi boyunca, yani 23
yıl Sevgili Peygamberimiz'in dizinin dibinden ayrılmamış, her inzâl olan ayetle
ilgil tam teferruatlı bir şekilde bilgilenme imkânını yaşayan tek kişi o
olmuştu. Nazil olan ayetlerin muhkem mi, müteşabih mi, mutlak mı, mukayyet mi,
nasuh mu, mensuh mu, siyâk ve sibâkıyla tam teferruatlı olarak bilgilendirilen
ilk kişi, ilk öğrenen ve bütün bunları hıfzetmiş olan İmâm Ali'den başkası
değildi. Kısacası ilim ve liyakatte en üstün sahabe İmâm Ali idi. Bunu zaten
hiç kimse inkâr etmiyor. Ancak Arap geleneklerinde en bilge insan en yaşlı kişi
olarak kabul gördüğü için genç Ali'den inhiraf edilmiş ve en yaşlı sahabe
Hazreç kabile reisi Saad bin Ubade halife seçilmek istenmişti. (Elbette işin
içerisinde etnosantrik duygular ve kabile taassubu da vardı.) Kaynaklarda
geçtiği üzere Saad bin Ubade, Sakife toplantısına sedye ile getirilmişti.
Hattaboğlu Ömer'in itiraz etmesi ve Kuafe bin Ebu Bekir'i halife seçmesi ile
İmâm Ali'nin vasîliği yok sayılmıştı. O ara İmâm Ali Sevgili Peygamberimiz'in
cenazesinde gasil işi ile meşgûldü. Ne garip değil mi? Allah Resûlü Gadir-i Hum
mevkiinde ve değişik zaman ve mekânlarda defaatle dile getirdiği İmâm Ali'nin
vasîliği inkâr edilmiş ve yok sayılmıştı. İlerleyen zaman içerisinde ise
Muâviye etrafına topladığı eşkiya sürüsü ile Ehl-i Beyt'e savaş ilân etmişti.
Sıffin denilen bölgede Muâviye'nin başlatmış olduğu bu
savaşta on binlerce sahabe ölmüştü. Kerbelâ katlimında ise Emevîler'in Ehl-i
Beyt'e olan düşmalığı ayyuka çıkmıştı.
Muâviye'nin İmâm Ali nezdinde Ehl-i Beyt'e olan
düşmanlığından dolayı hutbelerde başlatmış olduğu Ehl-i Beyt'e lânet okuma ve
küfretme geleneği 85 yıl kadar sürmüştü. Ömer bin Abdülaziz bu geleneği
kaldırdığında insanlar bedduasız/telinsiz namaz kabul olmaz endişesiyle
camilere gitmemeye başlamış.
Sadece insanların bu tutumu bile yüce dinimiz üzerinden
nasıl alçakça algılar oluşturulduğu gerçeğini ortaya koyuyor. Din algısı
"sırat-ı müstakim" olgusundan saptırılınca insanlar da bu tür
tutumlar segileyebiliyor. Mutahhar (33/33) olmaları hasebiyle her biri yaşayan
Kûr'ân/yaşayan zikir olan Ehl-i Beyt imâmlarından inhiraf etmenin sonucu bu tür
yanlış anlayışların tezahür etmesine neden olmaktadır. "Benim zikrimden
yüz çevirenlere yeryüzünde istikrarsız/sıkıntılı bir geçim vardır. Onlar
kıyamet günü kör olarak haşr olacaklar." (Tâ Hâ:124)
"O gün Peygamber der ki, 'Ya Rabbi, bu ümmetim Kûr'ân'ı
mahcûr/terk edilmiş bıraktı." (Fûrkan:30)
Bu şikâyetin muhatabı olmamak ve ahirette kör haşr edilmemek
için Ehl-i Beyt gerçeğini ivedilikle kavramamız ve gereğince amel etmemiz
gerekmektedir. İslâm ümmetinin bugün içerisinde bulunduğu duruma bakalım.
Ayette belirtildiği üzere tarih boyunca olduğu gibi günümüzde de
istikrarsız/sıkıntılı bir yaşamın muhatabı değil miyiz? Müslümanlar olarak
tarihin hiçbir döneminde olması gerektiği gibi bir medeniyete ulaşamadık.
Ümmeti din adına hep saltanat sahipleri yönetti. İmparatorluklar kuruldu ancak
hiçbir şey olması gerektiği gibi olmadı. Gönüller feth edileceğine topraklar
ele geçirildi. Ganimetler ve cariyelerdi hedeflenen. Saraylar ganimetlerle,
cariyelerle debdebeli bir hayata dönüştü. Devşirmeler, hadım ağalığı vs.
İslâm'ın ön gördüğü yönetim şekli bu değildi. İslâm ganimet toplamak, cariyeler
almak için değil, yeryüzünde her türlü kötülüğü bertaraf etmek ve iyi olanı,
insanlığa faydalı olanı tesis etmek, gelir dağılımında adaleti sağlamak,
fakirliği, yoksulluğu, cehaleti ortadan kaldırmak ve böylece adil bir müesses
nizam kurmayı hedef göstermekteydi. Ama bu olmadı. Bugün gelinen nokta
itibariyle İslâm ümmeti 57 ulus devlete bölünmüş vaziyette. İran İslâm
Cumhuriyeti'nin haricindeki hemen hemen bütün Müslüman ülkeler büyük şeytan
ABD'nin şamar oğlanına dönmüş vaziyette. Bu ne kadar büyük bir zillet. Ama olur
mu, mevcut yönetim erkleri tarafından insanların beyinleri öylesine dumura
uğratılmış ki, insanlar ulus devlet sınırlarını kutsar olmuş. Her biri,
"bana ne diğerinden, yeter ki komşudaki yangın bana sıçramasın, bana
dokunmayan yılan bin yaşasın" diyorlar. Alın size Afganistan, Keşmir, Doğu
Türkistan, Arakan/Myanmar, Yemen, Irak, Suriye ne hâlde? Hele Filistin ne
durumda? Namus-u ekberimiz olan Filistin topraklarımız hâlâ Siyonist çetenin
işgali altında. Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevî'nin içerisinde bulunduğu
kutsal topraklarımız aşağılık Suud aşiretinin tasallutu altında. İslâm
Birliği'ni tesis etmiş olmayışımız en büyük zillet aslında. Elin gâvuru
dediğimiz Avrupa ülkeleri İkinci Dünya Savaşı'nda birbirlerini yediler ama
sonra Yalta Konferansı ile hemen toparlanıp Avrupa Birliği'ni kurdular. Biz ise
57 ulus devlet olarak birbirimize karşı bigâneyiz. Böyle mi olmalıydık?
Bilmiş olalım ki bütün bunlar Ehl-i Beyt'ten ve Ehl-i Beyt
misyonundan yüz çevirmemizin sonucudur. Allah Teâlâ'nın ve Sevgilisi
Peygamberimiz'in buyruğu onlara sarılmamız, onları rehber edinmemizdi. Bu
olmadı. Aksine ümmet olarak bugüne kadar zalim sultanlara, zalim yöneticilere
muhatap olduk, onlara itaat eder olduk. Rabbimiz buyuruyor ki:
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Zalime meyletme, zalime itaat etme yoksa sana
da ateş dokunur." (Hud: 112-113)