Rasthaber - İnsanın Bâtınındaki ve Ruhundaki Hayât-ı Tayyibe
Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.
Aziz izleyicilerimizi, kıymetli dostlarımızı ve Marifet programının samimi takipçilerini saygıyla selâmlıyoruz.
Bir önceki programımızda, seçtiğimiz gazelin sadece iki beytini işleyebilmiş ve bir sonraki söyleşimizde bu beyitlerin devamını getireceğimize dair söz vermiştik. Bugün ilgili gazeli, üstadımızın sırları çözen açıklamalarıyla sürdürmeyi planlıyoruz.
Üstad, konumuza ölümden sonraki dirilişten (ba‘su ba‘de’l-mevt) söz eden beyitten devam edebiliriz.
Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.
Sonraki beyitlerde de dikkat çeken birçok husus var. Feyz’in bu beyitlerde özetlediği şey, bu âlemde gördüğümüz her şeyin, âlemin sadece zâhirî bir boyutunu oluşturduğudur. Bizler hayât-ı tayyibeyi değil, âlemin zâhirini görüyoruz yalnızca. Âlemin dirilişini ve yayılışını (nüşûr) görmüyoruz. Âlemin dirilişi (ba‘s), yayılışı (nüşûr), bâtını ve zâhiri vardır. Eğer siz âlemin bağrından su yüzüne çıkıp, daha sonra kaybolanları bilmezseniz, ba‘s ve nüşûru anlayamazsınız. Kıyamet Günü’nün “büyük haşr” olduğu doğrudur. O gün tüm varlıklar mahşûr olacaklardır. Eğer bâtınî gözlere sahipseniz, büyük haşrı âlemin her ânında/yerinde müşahede edersiniz. Bu âlemde gördüğümüz her şey, zâhirdir. Ancak âlemin derinlikleri ve bâtını da vardır. Nerede bir bâtın ve derinlik varsa, orada bir örtü de (nikap) vardır. Perdesiz hiçbir bâtın ve derinlik yoktur. Keza, bâtından ve derinlikten söz etmek de perde olmaksızın mümkün değildir. Acaba bizler kâinatın derinliklerini ve bâtınını mı görüyoruz, yoksa bâtının üstüne çekilmiş o geniş perdeyi mi?
Lârîcânî: Bizler yalnızca perdeyi görüyoruz.
Dînânî: İçinde yaşadığımız bu asırda bilim ve teknolojinin baş döndürücü hızla ilerleyişine tanıklık ediyoruz. Kaydedilen tüm bu ilerlemelere rağmen, henüz keşfetmediklerimizin keşfettiklerimizden daha çok olduğu düşüncesindeyiz. Modern bilimlerin ilerleyişinin ilk ayağı olan Rönesans döneminde, insanlığın geleceğine dair üç şey öngörülmüştü. Dönemin aydınları ve bilim insanları, toplumu sürekli, bilim ilerlediği takdirde pek çok güzel şeyin vuku bulacağı konusunda ümitlendiriyordu. Bunlardan biri seri üretime geçmekti. Bu da fabrikaların kurulmasıyla sağlandı. Eskiler, bu işleri kendi el emekleriyle yaparlardı. Ancak elin, tıpkı fabrikalar gibi seri üretim yapabilmesi mümkün değildi… Örneğin bir terzi, haftada en fazla bir ya da iki elbise dikebilirken, bir giyim fabrikası aynı sayıyı saatte ya da birkaç on dakikada bir üretebilmektedir. Günümüzde insanoğlu artık seri üretimi de geride bıraktı, sınırsız üretime geçti. Bunlar elbette ki güzel gelişmeler. Çünkü geçmişte zanaatkârlar, bir şeyi üretebilmek için aylarca, bazen yıllarca emek verir, zahmet çekerlerdi. İkinci vaat ise, mutlak özgürlük konusu… İnsanlar, seri ve sınırsız üretimle birlikte rekabetin ortadan kalkacağını, böylece dünyada yoksulluk kalmayacağını sanmışlardı. Üçüncü olarak ise topluma, mutlak özgürlüğün bir sonucu olarak sınırsız bir haz ve mutluluğu vaat etmişlerdi. Evet, günümüzde insanlığın belli bir refaha kavuştuğu doğrudur. Örneğin, birkaç asır önce insanlar hac farizası için Mekke’ye gitmek istediklerinde, aylar önceden yola düşmek ve birçok zahmet ve tehlikeyi göze almak zorunda kalıyordu. Günümüzde ulaşım araçlarının katettiği gelişmelerin bir sonucu olarak, birkaç saatte veya oraya yakınlığınıza göre, bundan daha kısa denebilecek bir sürede orda olabiliyorsunuz. Tüm bu gelişmelere rağmen, ruhsal ve zihinsel açıdan bugünün insanı mı daha rahat, yoksa bundan 500-600 yıl önce yaşayanlar mı? İnsanlığın bugün gerçekten huzur içinde yaşadığından emin olunabilir mi?
Lârîcânî: Refah düzeyi ve birtakım imkânlar gelişme kaydettiyse de, aynı oranda huzur ve sükûnet yok ne yazık ki…
Dînânî: Geçmiştekiler gerçekten de daha rahattılar. Buna karşılık günümüz insanı her an tehlikelerle karşı karşıya… Bu illa ki savaş vd. tehlikesi olmak zorunda değil. Günümüzde savaş teknolojileri, geçmişin kaç katı seviyede… Atom bombaları, nükleer bombalar, biyolojik ve kimyasal silahlar… Bu silahlar insanlığın başına ne felâketler getiriyor, bir düşünün. Geçmişte etki alanı bu kadar geniş olan silahlar kullanılmazdı.
Lârîcânî: Artan hava kirliliği, internetin kötüye kullanımından kaynaklı sorunlar…
Dînânî: Ana haber bültenlerinde her gün bunların konu olduğu sorunları izliyoruz zaten… Bunlardan daha tehlikelisi ise, bir insanın insafına terk edilmiş bir atom bombasıdır. Bunlar Sokrates gibi akıllı kimselerin değil, dünyanın şarlatanlarının ve ruh hastalarının inisiyatifindeki silahlar…
Lârîcânî: Üstad, isterseniz tüm bunlardan bir neticeye ulaşalım: Derinliği ve bâtınî boyutu olan her şeyin perdelenmiş bir zâhiri ve sureti vardır. Bunun tersi de geçerli elbette… Örneğin şu an bizim bir hayatımız var (örneğin nefes alıyoruz vd.), fakat bunun bâtını ölümdür. Dünya hayatının bâtını da âhirettir. Refah ve emniyetin bağrında da nice belâlar ve musibetler gizli… Bilahare zâhir ile bâtın, dünya ile âhiret arasındaki ilişkide böyle bir boyut söz konusudur. Feyz-i Kâşânî bu yolla me‘âdı (ahireti) âyet ve rivayetlerden faydalanmaksızın ispatlamaya çalışıyor. Yani aklî bir yol izleyerek ve ayrıca düşünmeye davet ederek…
Dînânî: Evet, tam da söylediğiniz gibi… Kulaklarımız varlığın sesini işitmiyor. Ama örneğin otomobillerin, etraftaki birçok şeyin sesini gayet güzel işitiyor. Bizim bâtın kulağımız sağır… Varlığın bâtınî bir nidası vardır. İnsanlık teknolojik ve bilimsel açıdan ilerledikçe, insanî yönden gerilemiştir. İnsanın tahrip edici gücü, diğer tüm canlılardan fazla… İlmî, hayvanî ve nefsanî yönü de keza… Bu yönleri kuvvetlendikçe, insaniyeti zayıflamaktadır. Bu âlemdeki tüm arzularınıza ulaştığınızı varsayalım. Bunlarla yetinir misiniz? Arzularınıza erişmeniz, sizi sadece zâhirî mertebede konumlandırır. Bâtınınıza erişemediğiniz için, kendinizi zâhirî boyutunuzdan ibaret sanırsınız. İnsan bu dünyada zâhirî olarak neye ulaşmış olursa olsun, içinde (bâtınında) hep bir boşluk hissedecek, henüz bir şeylere erişemediği gerçeğini iliklerine kadar yaşayacaktır. Bu kayıp gerçeklik, onun bâtınıdır. Âlemin de tıpkı insan gibi bâtını vardır. Eğer insan bu bâtını yitirirse, bir robottan farksız olacaktır. Günümüzde insanı tamamıyla taklit eden robotlar üretiliyor ve bunların zamanla insanın yerini alabileceğinden bile söz ediliyor. Ne kadar korkunç! Bir robot düşünün ki, kendisini meydana getirene her anlamda galip geliyor ve onu kul köle yapıyor. Bunun insanlığın başına ne felâketler getireceğini tahmin etmek zor değil. İnsan, bâtınına kulak vermediği her yerde mağlup olur. Eğer bâtınınız yeterince güçlüyse, istedikleri kadar robotlar yapsınlar, siz bâtınınıza müracaat ederek, bunların hepsini boyunduruğunuz altına alabilirsiniz. Böyle biri hiçbir şeyden korkmaz. Bizler, bâtının kapılarını kendi ellerimizle yüzümüze kapattık. Bu, biraz önce sizin de vurguladığınız şeydi. Keza Feyz’in gazelinin de ana teması bu zaten. Beyitlerde geçen, “yeryüzünün nasıl diriltildiği” konusu, bizlerin yeterince dikkat ettiği bir şey değil… Burada zâhir olan ve su yüzüne çıkan bir bâtın vardır. Bizler sadece bağdaki meyveye odaklanmışız. Gülistanın bâtınından bihaberiz.
Günümüzde bâtını da birileri tekeli altına aldı… Falcıların, büyücülerin vd. yaptıklarını sakın ola bâtın sanmayın. Çünkü bunların bâtınla hiçbir ilgisi yok. İnsanın bâtını birtakım araçlarla veya tahminlerle ölçülemez. Günümüz dünyası, artık bir mühendislik dünyası… Her şey mühendisliğin diline çevriliyor. Akıl bile… Akıl, mühendisliğe konu olabilecek bir şey mi? Eğer aklı mühendisliğe konu edeceksiniz, bunu ölçecek olan nedir?
Lârîcânî: Aklın kendisi…
Dînânî: Akıl belli bir ölçüye hapsedilebilir mi? Hayır. Araçsal aklı ölçebilirsiniz elbette… Mesela bazıları yüksek ya da düşük IQ’dan söz ediyor. Günümüzde pek çok kuruluş, zekâ testleri uyguluyor. Psikologların bir “zekâ” tanımı da var: Çevreye uyum sağlama kabiliyeti… Yani zeki kimse, kendini ortama uydurabilen kimsedir. Eğer ortama uyum sağlamazsa ne olur? Yok olur. Bu uyum meselesi, bitkiler ve hayvanlar için de geçerli… Evet, bu tanıma yanlış demiyorum. İnsan yalnızca IQ’dan ibaret olacak ve sırf ortama uyum sağlamadı diye yok olacak bir varlık mıdır, yoksa ne olursa olsun, onun bâtınında yok olmayacak bir cevher mi vardır? Bir ârif için, tüm bu evren, bir katreden ibarettir. Peki, âlem yok olursa, ârif de yok olur mu? Hayır, asla… Onun sonsuz âlemlere uzanan bir yolu vardır. Sonsuz âlemler, kültürel mühendisliğe konu olabilecek şeyler midir? Hayır. Aklın yol almak istediği şey, bâtındır. Bizler duyusal düşündüğümüz için, “yüce âlemler vd.” dediğimde, kastettiğim şeyin, galaksiler ve gezegenler olduğu sanılıyor. “Yukarı” ve “yüce” sözcükleri bu açıdan çok yanlış anlaşılıyor. Dua ettiğinizde ellerinizi yukarı doğru kaldırıyorsunuz, öyle değil mi? Bununla Allah’ın yukarıda mı olduğunu imliyorsunuz? Hayır. O bizim sağımızda, solumuzda, arkamızda, kısacası her yerdedir. Bizler burada manevî bir yücelişi, zâhirî bir yükselişe teşbih ederek anlatıyoruz sadece. O manevî yüceliş, sizin derûnunuzda, yani sırr-ı süveydanızdadır. Bizlerin evrene bakışı, günümüzde bu şekilde değil ne yazık ki…
Lârîcânî: Buradan başka bir sonuç daha çıkarmak mümkün mü? Feyz-i Kâşânî’nin bu beyitlerinden ve sizin açıklamalarınızdan şu neticeye ulaşıyorum: İnsan, bâtınını keşfetmedikçe hiçbir şeye ulaşamaz. Günümüzün korkunç hastalığı da ne yazık ki bu: İnsanın, bâtınî yönünü yitirmesi ve zâhirde dalâlete saplanmasıdır.
Feyz’in söylemek istediği bir diğer şey de şu: “Eğer bugün âhiretinizi inşa etmezseniz, sizin bir kıyametiniz ve geleceğiniz de olmaz. Yalnızca öbür tarafı kaybetmekle kalmaz, dünya hayatınızda da şaşkın bir şekilde yaşarsınız.” Esasında bâtın olmadıkça, zâhir bile gerçek bir zâhir değildir. Benim için bu sonuçlar çok önemliydi.
Dînânî: Evet, ne yazık ki insanlar bunu anlayamıyorlar. Eğer bâtın olmazsa, zâhirin hiçbir anlamı yoktur. Günümüz insanına göre zâhir her şeydir; hatta gerçekliğin kendisidir.
Lârîcânî: Üstad, hakîm Feyz-i Kâşânî gerçekten çok güzel bir konuya işaret etti ve siz de konunun gizli katmanlarını çok güzel bir şekilde açıklığa kavuşturdunuz. İzleyicilerimizin buradan almalarını istediğim birinci mesaj, her zâhirin bir bâtınının ve her bâtının da bir zâhirinin olduğudur. Eğer insanın hayatındaki zâhirî boyutlar, bâtınî boyutlarla taçlanmazsa, bu zâhir bir aldatıcılıktan öteye gidemeyecektir. İnsanı saadete ulaştıran, zâhir değildir. Eğer o, âhiretini inşa etmezse, âhiret de onu beklemez. Dolayısıyla korkuya ve dehşete kapılır ve zâhirini de mahveder.
Dînânî: Söyledikleriniz tamamıyla doğru. Bunlar aynı zamanda semavî bilgiler ve hakikatlerdir. Feyz, bu beyitleri tamamen Kur’ân’dan esinlenerek kaleme almış: “Geceyi gündüze, gündüzü de geceye katarsın.”[1] Gece gündüzün, gündüz de gecenin bağrında yer alıyor. Bu diyalektikten ilk söz eden, Herakleitos idi. Günümüzde de diyalektikten söz eden pek çok düşünür var. Özellikle Hegel ve sonrası dönemde… Hegel, zamansal diyalektiği dikkate alırken, Marx bunu toplumsallaştırmış, ona materyalist ve tarihsel bir boyut kazandırmıştır. Bir de birliksel (tevhidî) bir diyalektik var ki, biraz önceki âyet, bunun bir örneğiydi aslında.
Lârîcânî: “Her zorlukla birlikte bir kolaylık vardır”[2] âyeti de buna bir örnek olabilir.
Dînânî: Evet, bu âyet de çok güzel bir örnek. Bakınız, zâhir ile bâtın hiçbir şekilde birbirinden ayrı değildir ve bunların arasında bir sınır da yoktur. Bâtın, zâhirin kalıbındayken, zâhirin derinlikleri de bâtının kendisidir. Biz iki şeyin arasına sınır koymayı pek severiz. Örneğin, Hâlık ile mahlûk ve dünya ile âhiret vd. arasına da bir sınır koyarız. Elbette ki, genel anlamda sınırları reddediyor değilim. Bu gibi konuları, haritalardaki coğrafî sınırlar gibi düşünmemek gerekir. Deneyselliği ve duyusallığı ön planda tutanlar –kabul etsek de etmesek de bilimin hüviyeti artık bu; bir de içsel deneyimden söz edenler var ki bu kimseler birtakım vehim ve kuruntularını ezoterik bir şuhûd olarak nitelendiriyorlar– sadece zâhiri görüyorlar. Bu gibi kimseler zâhire gark olup, bâtından gafil kaldıkları için, yapısalcılık ve yapısöküm kuramlarımdan söz ediyorlar. Derrida, yapısökümü savunanlardandır. Bu gibi konulara girmek istemiyorum; fakat bunları farklı bir şekilde de izah etmemiz mümkündür:
Âleme baktığınızda bazen tüm şeyleri birbiriyle irtibatlı görür, evreni bir fabrikaya benzetirsiniz. Örneğin bir arabaya… Onun tüm parçaları birbiriyle ilişkilidir, öyle değil mi? Bazen ise tüm bu şeyleri ayrı ayrı görürsünüz. Bunları bir arada veya ayrı ayrı görmem neyin gereğidir? Eğer her şeyi bir yapı olarak görürsek, rölativist oluruz. Günümüzde rölativizmden ne kadar dem vurulduğunu biliyorsunuz. Einstein’ın teorisine dayanarak zamanı dördüncü boyut olarak belirlediler ve her şeye göreceli bir pencereden bakmaya başladılar. Onlar göreceliliği mutlak hale getirdiler; ancak kelime oyunları yaparak, ellerinden geldiğince “mutlak” sözcüğünü kullanmamaya çalışıyorlar. Bu bakış açısının tersi olarak, evrendeki şeyleri münferit olarak gördüğünüzde –ki bizler böyle bir güce sahibiz; yani şeyleri bağlantılı oldukları şeylerden ayrı olarak değerlendirebiliriz– bu şeyler göreceli mi olacaktır, yoksa mutlak mı? Dolayısıyla “nisbî (göreceli)” ve “mutlak” iki farklı görüşü temsil eder. Şeyleri birbiriyle ilişkili görürseniz, bu bakış açınız görecelidir; ancak şeyleri tekil ve diğer şeylerden bağımsız olarak gördüğünüzde, bakış açınız mutlak olur. Burada bir anlamda şunu da söylemeye çalışıyoruz: Zâhire dahi iki farklı perspektiften bakmanız mümkündür: Her şeyi birbiriyle ilişkili gören rölativizm [görecilik, görecelik, görececilik] ve şeyleri birbirinden bağımsız gören mutlak bakış…
Şeyi, onun mahiyetini dikkate alarak incelemek… Bu kimselerin mahüvî (özsel, mahiyete ilişkin) bir idrakleri (bakış açıları) yoktur. Bu sebeple şeyleri birbiriyle ilişkili görmeyi tercih ediyorlar. Mahiyet onlar için önemli değil. Daha önce de bu konuya değinmiştim: Bazı düşünürlerimiz, şeyleri henüz tanımlamadan (mahiyetini belirtmeden), sınıflandırmaya kalkıyor, daha sonra da bu sınıflandırmadan yola çıkarak bir soyutlama yapıyorlar. Hâlbuki ilk etapta yapılması gereken, sınıflandırılacak şeyin tanımlanmasıydı. Bu da mahüvî bir idrake sahip olamamanın bir başka örneğiydi.
Bazen de bir mahiyeti, etrafındaki her şeyden bağımsız olarak değerlendirip, onun şeylerle olan ilişkisini sonradan idrak etmeniz mümkündür. Özetle, bu kimselerin bâtını önceleyen bir bakış açıları olmadığından, her şeyi yapıda ya da yapısökümde görmeye başladılar. Ancak bâtını görenler, tüm bunlara üçüncü bir perspektiften bakabilecek kudrettediydiler. Onlar, zâhirdeki bâtını görebilir, zuhur eden şeylerin bâtınî bir membalarının olduğunu bilebilirler.
Felsefedeki bir diğer ekol olan fenomenoloji, yukarıdaki her iki bakış açısını da reddedip, sadece fenomenlere odaklanır. Bu ekolün temsilcilerine göre, görülen şeylerin değil, bulunan şeylerin bir gerçekliği vardır. Bizler bulduğumuz şeyin (fenomen) sahibiyiz; bulmadığımız şeyin sahibi olduğumuzu söyleyemeyiz. Numen olmadan fenomen olabilir mi? Fenomenden söz ediyorlar; ama numeni görmezden geliyorlar. Yapılması gereken, numeni göz ardı etmek midir? Yine bu örnekte de gördüğünüz gibi, bakış zâhirî olduğu takdirde bâtına ulaşılamamaktadır. Tüm bunları başka bir şekilde de ifade etmek mümkündür: İnsan, “olmak” ve “sahip olmak”tır. “Olma”mız, var oluşumuz hasebiyledir. Bizler var mıyız, yoksa bir şeye mi sahibiz? Bizler bir şeye sahip olabilecek varlıklar mıyız? Ne yazık ki, “sahip olma” odaklıyız ve var oluştan gafiliz. Diğer bir deyişle, bizler mevcudu tanıyoruz, vücûdu değil… Ontoloji, unutuldu ve bunun yerini mevcut aldı. Var olmak unutuldu, bunun yerini “sahip olmak” aldı. Keza numenin yerini de fenomen aldı. Bâtın gitti, zâhir geldi.
Lârîcânî: Üstad, Feyz gerçekte fenomenolojiyi benimseyenlere de bir cevap vermiş oluyor: Ona göre, insanın yanı sıra, evrendeki diğer tüm varlıkların bir bâtınları vardır. İlgili beyitler şu şekilde:
Her ağacın bir tesbihi, rükuu ve secdesi vardır
Canın (ruhun) kulağı sağır olduğundan, sen hâl dilini işit
Dînânî: Evet, zâhirî kulak işitir; ancak canımızın kulağı sağırdır.
Lârîcânî: Yani Feyz adeta, “Fenomende kalmayın, numene bakın” diyor bizlere.
Dînânî: Ne yazık ki varlığın sesini işitmiyoruz. Varlığın bir nidası vardır. Bu nida sürekli kulağımıza çalınır. Ancak ne hazin ki, can kulağımız sağır ve bunu duymuyor. Mevcutların kulağı sağır eden seslerini işitiriz; ama vücûdun o latif ve cana can katan sedasına kulak kabartmayız.
Lârîcânî: Mevlânâ’nın ifadesiyle, baş (=Farsça “ser”) kulağımız duyuyor, sır kulağımız değil… İnsanın bâtın kulağı, bir kez işitmeyegörsün… O vakit, âlemdeki her şeyin rükuunu ve secdesini, yani numenini görecek mertebeye ulaşır.
Dînânî: Bu, insanın unutkanlığından kaynaklanmakta… Onun zâhirî kulağı kadar, bir de bâtınî kulağı var ve bu onun azametli yaratılışının sadece bir parçasını teşkil etmekte… İnsan bu yönünü o kadar göz ardı ediyor ki… Bazen zâhirî kulağına o kadar odaklanır ki, bâtınî kulağından gafil kalır, bazen ise bâtınî kulağına odaklanarak zâhiri ihmal eder. Eğer o bu dengeyi muhafaza ederse, mutluluğun kendisinin de bu dengede gizlendiğini görecektir. Mutluluğu istemeyen kimse var mı? Hayır, tabii ki… Onu herkes ister. Sorun, o mutlak saadeti zâhirde bulacağını sanmaktır. İnsanın tüm hevesleri tatmin edildiğinde, bununla yetinmesi mümkün müdür, yoksa henüz kalbinin derinliklerinde yeri dolmamış bir boşluk mu vardır? Cevap verilmeyen bu bâtınî ihtiyaçlar ne olacak? Bunlar insanlığın bilim ve teknolojideki ilerlemeleriyle doldurulabilecek bir boşluk değildir. Kaldı ki, bu bilim dünyasının üstesinden gelebileceği bir şey de değil… İnsan, yalnızca maneviyatla tatmin olur. Günümüzde bu konuda pek çok ahlâkî kitap da kaleme alınmakta… Ahlâk felsefesinde de pek çok kuram mevcut: Bazıları rölativist (göreci) bir ahlâktan, diğer bazıları ödev ahlâkından, başka bir grup ise erdem ahlâkından söz ediyor örneğin… Her şeyden önce, eğer insanî faziletler olmasaydı, ahlâk diye bir şey olur muydu? Bu faziletler nasıl meydana gelirler? Bilgiden bağımsız olarak mı?
Lârîcânî: Hayır.
Dînânî: Peki, biz bunları nasıl elde ederiz? Bilgi olmasaydı, hiçbir şey olmazdı. Amel dahi, bilgi olmadan bir hiçtir. Bilgiden başka hiçbir yol yoktur. Bu sadece zâhirin bilgisi olmamalı elbette ki… Bâtının da bilgisi olmalı beraberinde… Bendeniz burada zâhirî bilgiye karşı değilim, onun da bilinmesi gerekir elbette… Bizler tabii ki evreni tanımalıyız; neticede burada yaşıyoruz ve o bizim için yaratılmıştır. Yapmamız gereken sadece, en az zâhir kadar bâtını da tanımaktır. Evrenin bâtınını nasıl öğreniriz? Önce kendi bâtınımızı öğrenmekle… Kendisini tanıyamayan, âlemi de tanıyamaz. Âlemi tanımak, varlığımızı tanımakla ilişkilidir. Bu âlemde yaşadığımız ve onun bir parçası olduğumuz doğrudur. Ancak bu âlem aslında bizim içimizdedir. Bizim âlemimiz, içimizdeki âlemimizdir. O halde bizim, bâtınımıza yol almamız ve ahlâkî faziletlere ulaşmamız gerekir. Bizzat faziletlerin kendisi, beraberinde ameli de getirirler. Eğer faziletin ne olduğunu bilmeksizin sadece amel etseydik, bunun pek de bir anlamı olmazdı.
Lârîcânî: Üstad, buradan şöyle bir sonuç da çıkarabilir miyiz? Eğer insanın zâhiri, bâtınıyla irtibat halinde olmazsa, o zâhir onun için yalnızca bir yabancılaşmayı doğrurur, öyle değil mi? Zât-ı âlinizin ifadesiyle, kişinin fazilete ve saadete erişmesine engel olur hatta... İnsan bu yalancı zâhirlerde ne yazık ki kendisini kaybediyor.
Öte yandan, kendi kendisiyle irtibat kuramamış bir kimse, başkalarıyla da irtibat kuramaz. Keza âlemdeki diğer varlıklarla da… Bunun yolu, bâtına kulak vermekten geçiyor.
Dînânî: İrtibat kursa bile bu, insanî bir irtibat olmaz. İnsanlar genellikle birbirleriyle hevâ, heves ve nefsânî istekler, kısacası zâhirî boyutlar üzerinden ilişki kurarlar. Bu da hiç kuşkusuz beraberinde birçok anlaşmazlığı getirir. Eğer bâtınî bir boyutu ölçü alarak ilişki kursalardı, evrende sulh ve emniyetten başka bir şey görmezdik. Ne yazık ki, insan ilişkilerinin odağı hep zâhirî boyut üzerine… Dolayısıyla irtibatlarda öncelenen boyutun, insanın hayvanî boyutu olduğunu hiç çekinmeden söyleyebiliriz.
Lârîcânî: Kalıcı olmayan ilişkiler…
Dînânî: Üstelik barış temelli de değil. İnsanın başka bir insanla irtibatı güzeldir esasında… Bu, semavî bir emirdir. Bugün artık dünya, küresel bir köy… Eskiden köylerde herkes birbirini tanırdı. Bugün de bu küresel köyde, dünyanın en uzak noktasındakilerle rahatlıkla irtibat kurabiliyorsunuz. Ancak ne var ki bunlar, hep zâhirî boyuta odaklıdır. İnsanî, ilâhî, batınî ve manevî boyutlarda ilişki kurulabiliyor mu? Hayır. İşte, problem teşkil eden şey budur.
Lârîcânî: Bizim bir diğer problemimiz de insanları doğanın, ağacın, denizin vd. zâhirine davet etmemiz… Yine burada da bâtınî bir irtibat söz konusu olmadığından, dış dünyadaki şeylerden gerçek anlamda haz alamıyoruz.
Dînânî: Sayın Lârîcânî, herkes, bildiğine davet eder. Herkes bir başkasını ancak kendi haddi kadar bir şeylere davet edebilir. Zâhirî insanlar da sadece zâhire davet edebilirler. Tatmin etmek istedikleri heveslere ya da… Bu bile başlı başına bir çatışma ve sürtüşme sebebidir. Bâtını önemsemeyen ve lahûtî, melekûtî ve ilâhî bir marifeti olmayan bir kimse, karşısındakini neye davet edebilir? Ancak vehimlerine… Peygamberlerin davetlerinin önemi burada ortaya çıkmaktadır. Çünkü onlar manâ âleminden gelmişlerdi. Manâ ehli olmayan neye davet eder? Peygamberlerin hepsi insanları Hakk Teâlâ’ya davet etmişlerdi. Bâtın ve manâ ehlinin birlikteliğinde anlaşmazlığa ve sürtüşmeye rastlayamazsınız.
Lârîcânî: Çok güzel bir konuydu ve yine çok güzel açıklamalar yaptınız üstad. Yine bugün de bir beyitten fazla ilerleyemedik. Sağlık olsun… Büyüklerimizin gazelleri ne kadar da derin…
Bir sonraki programda tekrar görüşmek dileğiyle aziz üstadımızla birlikte hepinize veda ediyoruz. Sağlıcakla kalın.
Medya Şafak
[1] Âl-i İmrân Sûresi, 27. âyet
[2] İnşirâh Sûresi, 5. âyet