Rasthaber - El-Kelimâtu’l-Meknûne’de Hakk’ın Rüyeti
Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.
Sevgili dostlarımızı, kıymetli seyircilerimizi ve Marifet programını daima samimiyetle takip eden takipçilerimizi saygıyla selâmlıyoruz.
Üstat, El-Kelimâtu’l-Meknûne’deki konular üzerinden ilerliyorduk. Feyz, gerçekten de çok “meknûn” (gizli) bir şekilde konuşuyor.
Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.
Onun bu kitabı muhteva bakımından muazzam… Ve kendisinin de isimlendirdiği gibi, gerçekten de gizli, saklı ve kıyıda-köşede kalmış kelimeler… O, bazı âyet ve rivayetlere dayanarak, Arş’taki meleklerin dahi, bu dille konuştuğunu söylemiştir. Bildiğiniz gibi Cebrail, Miraç gecesi Peygamber’e (s.a.a.), eğer bulunduğu yerden bir parmak ucu mesafede dahi ilerleyecek olursa yanacağını söylemişti. O bu konuda Peygamber’e (s.a.a.) kesinlikle rakip olamazdı.
Allah gözlerden saklanmıştır. O’nu baş gözüyle görebilmek mümkün değildir. Yalnızca insanın değil, diğer canlıların gözleri de O’nu göremez. Allah, kibriyâsı ve azameti hasebiyle akıllara, düşüncelere ve gözlere sığmaz. Bunlar O’nu kuşatamaz. Düşüncenin kapasitesi, Allah’ı kuşatamayacak kadar naçizdir. Hiçbir düşünce O’nu kuşatamamasına rağmen, Allah’ın velileri “görmedikleri bir Rabbe inanmazlar.” İmam Ali (a.s.) görmediği bir Rabbe inanmadığını söylüyor. Bir taraftan Cebrail’in belli bir merhaleden sonra ilerleyemeyeceğini söylemesi, diğer taraftan akılların ve düşüncelerin O’nu kuşatamayacağını bildiren âyet ve rivayetler… Ama bir de Mevlâ’mızın kelâmı… O’nun görülemeyeceğini bildiren âyet ve rivayetlerle O’nu gördüğünü söyleyen bir Allah’ın velisinin sözlerini ne şekilde birleştirmemiz gerekir? Gayb âleminin perdeleri vardır ve o bu perdelerin ardında gizlidir. Ve tabii ki Hakk Tebârek ve Teâlâ da öyle… Hz. Ali (a.s.), “Eğer tüm perdeler kalkmış olsaydı, yakînim daha da artmazdı” buyuruyor. O sanki arada hiçbir perde yokmuş gibi gördüğünü söylüyor O’nu… Asıl üzerinde durmamız gereken şey, bu ifadelerdir. Bu iki düşünce nasıl bir araya gelecek? Bu iki makam arasındaki fark nedir? İzin verirseniz, bunları bir açıklayalım. Bunların her ikisi de insanın makamıdır. Öncelikle insanın katedebileceği mesafenin nerden nereye kadar olabileceğine bir bakın. A‘lâ-i İlliyyîn’den yani Emîru’l-mü’minîn’in (a.s.) makamından başlayarak… Bundan daha yüce bir makam var mıdır? Kişi burada her ân Rabbini görür. Üstelik arada hiçbir perde olmaksızın. Diğer tarafta da esfel-i sâfilîn makamı var. Bu, insanın en aşağı mertebesidir. Yani duyu mertebesidir. Yemek, içmek, uyumak, şehvetleri gidermek, nefsanî temâyüller, kısacası gündelik hayat olarak bildiğimiz tüm faaliyetler. Bir hayvanın da günlük yaşantısı aşağı yukarı bu şekildedir. Bundan daha aşağı bir makam yoktur insan için. Duyudan daha aşağı bir mertebe yoktur. A‘lâ-i İlliyyîn makamına erişmiş bir kimse, aklın son mertebelerine kadar ilerlemişken, ikinci örnekteki kişi, düşebileceği en alt derekelere düşmüştür. Bu makamların her ikisi de insandadır. Kendisi için hayatın yemeden içmeden ibaret olduğu kimse ile gayb âleminde Hakk’ı perde olmaksızın müşahede eden kimse arasındaki fark ne kadardır? Sonsuz. Bana yeryüzünde en aşağı mertebesi ile en yüce mertebesi arasında bu denli fark olabilen bir başka varlık gösterebilir misiniz? Cebrail’in böyle bir farkı var mı, örneğin? O, melekûtta... Oysa o makamlardan buralara inen insan, duyularına esir oldu. Cebrail’in tıpkı insan gibi duyusal ihtiyaçları var mı? Yemek yiyor mu, nefsanî temâyülleri var mı? Meleklerin esfel-i sâfilîn gibi bir makamları yoktur. Hem A‘lâ-i İlliyyîn’i hem de esfel-i sâfilîni olan tek varlık insandır. Varlık âleminde insan dışında hiçbir varlık bu iki makamı tecrübe etmemiştir. O hem nefsânî temâyülleri ile en alt mertebeleri tecrübe ediyor hem de A‘lâ-i İlliyyîn gibi yüce bir makamı… Bu mesafeyi ölçebilmek mümkün değildir. Bu mesafenin ölçülebilmesi mümkün değildir. Aynı zamanda insan iyilik ile kötülük arasında bir ayrım gözeten tek varlıktır. Bunları hayvanlar teşhis edebilir mi? Onların toplumsal sözleşmeleri var mıdır? Topluca yaşıyor olabilirler, bunu inkâr etmiyorum. İnsan sözleşme yapabilen bir varlıktır; anlaşır, imzalar, taahhüt eder. Elbette ki, sözleşmelerine bağlı kalıp, bazıları gibi bundan dönmezse… İnsanın bir diğer özelliği de ahlâktır. Hayvanlar ahlâktan söz edebilir mi? Ahlâkın onlar için bir anlamı yoktur ki… Ahlâkiyât dediğimiz şey nedir: İyi davranışlar ve kötü davranışlar… Herhangi bir dine inanmayanların dahi, ahlâka mukayyet olduklarını görebilirsiniz. Bugünlerde bunu söyleyen nice insan var: “Biz herhangi bir dine bağlı olmasak da ahlâka inanıyoruz.” Ahlâkı insandan başka dillendiren bir varlık yoktur. Burada çok hayıflandığım bir şeyden söz etmek istiyorum: İnsanlar ahlâktan söz ederken birtakım kurnazlıklar yaparak, meseleleri hep üçüncü şahıs üzerinden ifade ederler: “Eğer insanlar uygularsa, ahlâk elbette ki güzel bir şeydir.” Dikkat ederseniz bu şahıs kalkıp, “Eğer ahlâka riayet edersem, onun gerçekten güzel bir şey olduğunu görmüş olacağım” gibi bir ifade kullanmıyor. Ahlâk felsefesinde bu jargonun sıkça kullanıldığına şahit olabilirsiniz. Hiç kimse kendisi üzerinden konuşmuyor. Burada bir örnek vermek istiyorum. 2 ila 3 yaşındaki çocukları mutlaka gözlemlemişsinizdir. Bunlar henüz konuşmayı ve yürümeyi yeni yeni öğrenmişlerdir. Bu çocuğun eline, küçük bir hayvan verecek olsanız (örneğin kuş, serçe, karınca vd.) o ne yapar? Onu sevip okşar mı, yoksa ona eziyet mi eder?
Lârîcânî: Daha çok eziyet eder. Ne kadar sevmek istese de…
Dînânî: Evet, ne kadar sevmek istese de, yine de elinde olmadan ona eziyet eder. Peki, büyüdüğünde de bu şekilde mi yapar? Hayır. O halde ondaki bu değişikliğin sebebi nedir? Onun ilk hali, hayvanî mertebesiydi. Ancak şimdi büyüdü… Hem cismi hem de aklı büyüdü. Aklı büyüdüğünde, ona, örneğin elindeki o küçük kuşun aciz ve zayıf yaradılışlı olduğunu, bundan dolayı ona bir zarar vermemesini, aksine sevmesini, okşamasını ve bir ihtiyacını görmesini telkin eder. Dolayısıyla insanın aklı ne kadar gelişirse, ihtiyârı da o derece gelişir.
Âlemde pek çok kötülük var, öyle değil mi? Hayır ve şer, Arapça kökenlidir. “Hayır” sözcüğünün nereden türediğini, mastarının ne olduğunu hiç düşünmüş müydünüz? Bunun üzerinde pek az düşünülmüştür. İzin verirseniz, konusu açılmışken bu vesileyle buna açıklık getirmek istiyorum. “Hayır” ve “ihtiyâr” sözcükleri… “İhtiyâr” sözcüğü, “hayır” sözcüğünün ifti‘âl bâbındaki halidir. Hayır mı ihtiyârdan türemiştir, ihtiyâr mı hayırdan? Hayır, aklın nurunun ihtiyâr ettiği (seçtiği) şeydir. Akıl ihtiyâr eder mi, etmez mi? Eder. Peki, şerri mi seçer, hayrı mı? Hayrı. O halde hayır, aklın ihtiyâr ettiği şeydir. Burada bir kelime oyunu yapmıyorum, sadece kelimeleri köken itibariyle inceliyor ve aralarında ilişki kuruyorum. Aklın nuruyla ihtiyâr edilmezse, o şey hayır olmayacaktır. Hayrın zıddı şerdir. Şer, aklın nurunun ihtiyârda müdahil olmadığı şeydir. Seçen, aklın nurudur. Aklın nurunun seçtiği şey, hayır mı olur, şer mi? Hayır olur. Dolayısıyla biz bu durumda iyinin ve kötünün ölçütünü ne olarak belirlemiş olduk? Aklın nuru ve bu nurun seçimi (ihtiyârı) olarak…
Lârîcânî: Akıl zaten hiçbir zaman şerri seçmez.
Dînânî: Evet, seçmez. Çünkü o bir nurdur ve aynı zamanda nuranî ve ilâhîdir. Allah’ın yarattığı ilk nurdur. Ve anlamın nuru… Bir zahirî ışık vardır (evimizdeki lambalar gibi), bir de anlamın nuru… Aklın ışığı (nuru) mı daha şiddetlidir, şu an bu stüdyoyu aydınlatan lambanın mı? Buradaki ışık sadece belli bir mekânı aydınlatırken, aklın nuru tüm varlık âlemini (mülkü, melekûtu) aydınlatır. Varlık âlemi aklın nuruyla aydınlanır. Esasında marifet güneşinin doğuşu, aklın maşrığıdır (aydınlattığı yer). Eğer akıl olmasaydı, marifet olur muydu?
Lârîcânî: Üstad, burada şöyle bir sorum var: “Allah gözlerden gizlendiği gibi akıllardan da gizlenmiştir” nassı ile “Perdeler kalksaydı yakînim artmazdı” ifadesi arasında nasıl bir fark var?
Dînânî: Allah riyaset ve para pul sevdasından, gündelik uğraşılardan sıyrılamamış bir akla gizlenir. Böyle bir akıl Allah’ı istemiyor ki… Çünkü o paranın, makamın ve şöhretin peşinde koşmaktadır. Eğer bir aklın tüm himmeti bunlar olursa, Hakk kendini ondan gizler. Ancak akıl bunlardan vazgeçer ve özgürleşirse, Hakk’ı görebilecek bir liyakate de erişir. Çünkü onun yolu, Hakk’ın yoludur ve sürekli olarak O’na ulaşmayı arzulamaktadır. Bu meseleler şimdiye dek her zaman bir şekilde gündemdeydi. Ancak buna rağmen insanların bir bölümü bunlara çoğu kez fazla dikkat etmez. Akla ve akılcılığa teşvik eden âyet ve rivayetlerin sayısı kaçtır? Bunlar sayılamayacak kadar çoktur. Kur’ân bizleri akletmeye o kadar çok davet etmiştir ki… Yeryüzünde insanları Kur’ân kadar akılcılığa ve tefekküre davet eden başka bir kitap yoktur. Bu, Kur’ân’ın akla ve düşünceye verdiği önemi gösteriyor. Bendeniz nasyonalist değilim ama şunu itiraf etmem gerekir ki, İranlılar olarak bizlerin bir kültürü vardı. Antik ve kadim İran’ın gelenekleri ve kültürü… Bizde “nur” mevzuu her zaman gündemdeydi. Yaklaşık 7000 yıldır bu nur konusuna niçin bu kadar ehemmiyet verdik? Acaba bununla kastettiğimiz, sadece zahirî (fiziksel) ışık mıydı? Burada muhakkak aklın nuru da hesaba katılmıştı. İslâm zuhur ettiğinde, bizim kültürümüze ait pek çok şey, Arap kültürüne intikal etti. Bunu belki de önceki programlarımızda da defalarca arz etmişimdir. Arapların coğrafya, astronomi ve tıp gibi bilimlerden haberleri dahi yoktu. En büyük coğrafyacı kimdi? Ebû Reyhân El-Bîrûnî. Nereliydi? İranlıydı. O zamanın büyük coğrafyacısı… Elbette ki, şimdi de bu alanda büyük bilginlerimiz bulunmakta… Keza felsefe için de bu böyle.
Lârîcânî: Kısacası hikmetin kendisi…
Dînânî: Evet, kesinlikle… Bakınız, burada şu konuya da işaret etmek istiyorum: Günümüzde kadın hakları oldukça gündemde olan bir konu. Sizce de günümüzde bu konu geçmişe nazaran daha çok konuşulmuyor mu? Bugün birçok dilde eril (müzekker) ve dişil (müennes) zamirler veya kelimeler mevcut. Örneğin Arapçada “hüve” zamiri müzekker ve “hiye” zamiri müennes iken, İngilizcede “he” zamiri müzekker, “she” zamiri müennestir. Farsçada “û” (yani “o”) dediğinizde, kimi kastedersiniz? Kadını mı, erkeği mi?
Lârîcânî: Her ikisini de kastetmiş olmam mümkündür.
Dînânî: Evet, Farsçadaki zamirlerde bir cinsiyet ayrımı yok. Bu açıdan belki de dünyada tektir Farsça. Bu bir kültür değil midir? Dil, kültürün ürünüdür.
Lârîcânî: Üstat, zamirlerde belirtmiş olduğunuz bu durum, hikmet konusunda da geçerlidir. Eğer insan tüm perdeleri bir kenara iterse, ulaşmış olduğu o makamda kadın ile erkek arasında hiçbir farkın olmadığını görecektir. Oraya ulaşıldığında tüm bu ikilikler ortadan kalkacaktır. Feyz-i Kâşânî de aynı noktaya işaret ediyor:
“Her şeyde Allah’ı gören bir kimse, bunlarda kendini de görecektir. Yavaş yavaş kendisi gidecek ve geriye sadece Hakk Teâlâ kalacaktır.”
Dînânî: Onun burada söyledikleri çok önemli. Allah’a doğru gidecek olan, insandır. Yakınlığı ne kadar artarsa, benliği de o kadar azalacak ve yakınlıktan geriye sadece Hakk Teâlâ kalacaktır. İnsan Allah’a doğru yol aldığında bunu kendisi mi yapar, yoksa kendinden başkası mı? O’na ne kadar yaklaşırsa, Allah’ın mütecelliliği de o kadar artacak, kendisinin benliği ise mahv olacaktır. Allah’a ne kadar yaklaşırsak, benliğimiz de (enâniyet) bir o kadar yok olur. Ne kadar güzel söylemiş! İnsan ne kadar bencilleşir ve nefsaniyâtına yönelirse Allah’a bir o kadar uzak kalır. Allah hakkında tefekkür ettikçe ve O’na yakınlaştıkça, nefsanî yönü zayıflayacaktır. Nefsin tarafında olan Hakk’a erişemez. Benlik ne kadar kuvvetli olursa, Hakk da bir o kadar uzak olur. Allah tecelli ettiğinde, benlik yavaş yavaş çözülmeye başlar. Kendimizle meşgul olduğumuz sürece, Hakk’tan uzaklaşırız. Ne zaman ki O’na gark oluruz, işte bu benlikten yavaş yavaş sıyrılmaya başlarız. Dolayısıyla buradaki ters orantıyı çözmemiz ve buna göre hareket etmemiz gerekir.
Lârîcânî: Sonrasında Feyz, şöyle devam ediyor:
“Dolayısıyla sâlik artık Allah’a ulaşmış olur.”
“Ben” gittiğinde, “Hakk” nasıl geliyor, bu gerçekten de çok ilginç bir dilemma.
Dînânî: Çünkü “kendisi” kalmadığında, geriye kalan sadece “O” yani Hakk Teâlâ oluyor. Allah varsa her şey vardır. O’nun olduğu yerde ne eksik kalabilir ki? Hiçbir şey. Bundan daha büyük bir zenginlik var mıdır?
Lârîcânî: İmam Hüseyin de (a.s.) bunu söylemişti: “Seni kaybeden neyi bulur, Seni bulan neyi kaybeder?”
Dînânî: Evet, mesele tam olarak budur. O’nu bulanın hiçbir eksiği yoktur. O’nu bulmayanın neyi vardır? Eğer bir kimse O’na ulaşamazsa – isterse bütün dünya onun olsun– onun neyi vardır ki? Bir an nefesi tükendiğinde ölür, gider. Bu insana evrenin hükümdarlığının verilmiş olduğunu düşünün. O bir an nefes alamasa, ne olur? Ölür. Hâlâ evrenin hükümdarı olmaya devam edebilir mi? Hayır. Allah ile olanın kaybettiği veya kaybedeceği hiçbir şey yoktur. Âlem yanıp kül olsa ne olur? Onun için hiçbir şey ifade etmez bu. Âlem yok olsa da, henüz bir yok olmayan vardır ki, O da Hakk Tebârek ve Teâlâ’dır.
Lârîcânî: İmam Hüseyin de (a.s.) Âşûrâ’da, sahip olduğu her şeyi feda etmişti.
Dînânî: Onun Hakk Teâlâ’sı vardı, Hakk Teâlâ’nın da Hüseyin’i…
Lârîcânî: O halde niçin İmam Hüseyin (a.s.) sanki yenilmiş ve her şeyini kaybetmiş gibi konuşuyoruz ki?
Dînânî: Sebepsiz yere böyle konuşuyoruz. Marifetimiz ve hislerimiz sebebiyle böyle düşünüyoruz. Yoksa o, bir şey kaybetmiş değil ki… Âriflerimiz de çok güzel söylemişler:
Sen O’ndan geçtiğin için her şey senden geçti
Her şeyden geçtiğin için O’nu buldun
Lârîcânî: Yani her şeyden geçtiğin için O’na yöneldin ve hiçbir şeyden geçmediğin için O’ndan uzak düştün.
Dînânî: Bizler Allah’ın olursak, her şey bizlerin olacaktır.
Lârîcânî: İmam Hüseyin (a.s.) gerçekten de Allah ile çok güzel bir alışveriş yaptı. “Allah mü’minlerden canları ve malları karşılığında cenneti satın almıştır”[1] âyeti, Kerbelâ’da tahakkuk etti. Kaldı ki, İmam Hüseyin’in (a.s.) değeri cennetten de daha fazladır.
Dînânî: Kesinlikle öyle.
Lârîcânî: “(Razı olduğum) kullarımın arasına katıl ve gir cennetime.”[2]
Dînânî: Esasında likâullah cennetten daha değerli ve yüce değil mi?
Lârîcânî: Kesinlikle.
Dînânî: O’nunla buluşmak, Firdevs ve Adn cennetlerinden daha değerli ve güzel.
Lârîcânî: Feyz’in ifadeleri aynen şu şekilde devam ediyor:
“Hakk’ın şahitliğinin meşhedinden mülk ve melekûta bakar.”
Dînânî: İzin verirseniz buradaki ibareleri anlamlandıralım: Meşhedin ne demek olduğunu biliyorsunuz. Meşhed, “görülen yer” demektir; yani müşahede mahalli. İnsan bir şeyi görmek veya izlemek istediğinde belli bir yerde durur, öyle değil mi? İbarelerde de geçtiği gibi, Hakk’ın olduğu yerde neyi görmezsiniz ki?
Lârîcânî: Her şeyi görürüz.
Dînânî: Bu meşhed neresidir? Hiç kuşkusuz bu, yeryüzüne ait bir mekân değildir. Meşhed-i müşahede, marifet makamıdır. Bunu dağın, denizin ardında aramak gibi bir gaflete kapılmamak gerekir. Avrupa’da, Amerika’da, Doğu’da veya Batı’da değildir bu yer. Burası sizin içinizdedir. Meşhed-i müşahede nedir? Marifettir, aklın zirvesidir. Hakk’ı ancak burada müşahede edebilirsiniz. Bu, sizin derûnunuzdur.
Lârîcânî: Yani gerçek cennet.
Feyz sonrasında İmam Hüseyin’e (a.s.) olan muhabbetini de izhar ediyor:
“İmam Hüseyin (a.s.) bu nedenle şehitlerin efendisidir.”
Dînânî: Buradaki “şehid” de yine “şâhid”den türemiştir. “Şehid” müşahede eden demektir. Allah yolunda öldürülene niçin “şehid” deniyor? Müşahede makamına eriştiği için. Şehid, meşhed-i müşahedeye ulaşan kimsedir. Zaten Feyz-i Kâşânî de bu ifadeyi kullanmış. İmam Hüseyin (a.s.), beşeri müşahede etmektedir. O böyle bir makamdadır. Şimdi o neleri görmüyordur ki…
Lârîcânî: Her şeyi görüyordur muhakkak. Bu bağlamda bakarsak şefaatin de anlamı çok güzel.
Dînânî: Eğer her şeyi meşhed-i müşahededen izleme azminde olursak, tüm sorunlarımız hallolacaktır. O vakit tüm varlık âlemi sizin müşahede alanınıza girer. Bu da, biraz önce okuduğum şiirde geçtiği gibi, O’nun için her şeyden geçmekle ulaşılabilecek makamdır.
Lârîcânî: İmam Hüseyin de (a.s.) her şeyden geçtiği için bu makama erişebilmiştir. İşte bu yüzden zaman ve mekânın ötesindedir.
Dînânî: Pek tabii, öyle… Zaman ve mekân dediğimiz şey aslında çok dardır. Mekân dardır ve zamanın da bir ölçüsü vardır. Bunları belli araçlarla ölçebilirsiniz. Ölçebildiğiniz şey geniş midir, dar mıdır? Kesinlikle dardır. Hakkânî bir müşahedeyi ölçebilecek bir araç veya ölçü birimi yoktur. Bu, zamanın ve mekânın da ötesinde olan bir şeydir. Bunları tasavvur etmek ve gereğince kavramak, birçoğumuz için zordur. Evet, onlara aslında bir parça hak da vermek gerekir. Çünkü zaman ve mekân ötesini tasavvur edebilmek kolay değildir. Eğer herhangi birinden bunları tasavvur etmesini isteseniz, bunu yapabilir mi gerçekten? Ona içinde zaman ve mekânın olmadığı bir şeyi tasavvur etmesini söyleseniz… Hayır, bu herkes için kolay değildir. Tasavvur olmaksızın tasdik, tasvip edilir bir tutum mudur? Sizce bunu yapan makul bir şekilde mi hareket etmiştir? Hayır. Normalde kişinin yapması gereken, önce tasavvur etmek, sonra tasdik etmektir.
Lârîcânî: Diğer türlüsüne tasdik denemez ki…
Dînânî: Bunun da istisna olduğu bir yer var: Allah hakkında tasavvur etmeksizin tasdikte bulunmak caizdir. Niçin? Siz “Allah mevcuttur” veya “Âlim’dir” dediğinizde, O’nu tasavvur mu ediyorsunuz? Hayır tabii ki! Allah, tasavvura gelmez; ancak tasdik edilebilir. Peki, bu tasdikiniz tasavvurla mı yapılmıştır, tasavvur olmadan mı?
Lârîcânî: Tasavvur olmadan.
Dînânî: Dolayısıyla O söz konusu olduğunda bu tutum caizdir. Oysa bunu diğer konularda bu şekliyle uygulamamak gerekir. Örneğin bir kimse Tahran’dan ya da başka yerlerden söz ettiğinde –ne kadar iyi bildiğiniz bir yer olursa olsun– onun sözünü tasavvur olmaksızın kabul (tasdik) etmeyin. Konu Hakk Tebârek ve Teâlâ olduğunda ise O’nun kesinlikle tasavvurlara sığmayacağını bilmeniz gerekir. O vardır; Âlim’dir, Hakîm’dir, Kâdir’dir, Hayy’dır, Mürîd’dir… Herkesin bir tasavvuru vardır ve anlattıkları, düşündükleri vd. tasavvur sahası kadardır. O, Vâcibu’l-Vücûd’dur, Mâlik-i Mülk ve Melekût’tur, Varlığın Başlangıcı’dır. Bunların hepsi tasdik…
Lârîcânî: Bedihiyyâtta tasavvur yoktur.
Dînânî: Daha çok Hakk Teâlâ hakkında böyledir. O, tasavvura gelmez. Kaldı ki bizlerin de O’nu tasavvur edebilecek bir kapasitemiz yok. Tasavvur ettiğiniz şey, Hakk Teâlâ değildir. Tasavvurumuza gelen şey Hakk mıdır, yoksa zihnimizin/tasavvurumuzun bir kurmacası mıdır? Hakk Teâlâ tasavvurumuza gelebilecek her şeyden daha yücedir. Dolayısıyla O’nun hakkında tasavvursuz bir tasdikin bir sakıncası yoktur.
Lârîcânî: Pasajda geçen “şâhidin meşhedi” ifadesi ne kadar ilginç. Bu öyle bir makam ki, Cebrail dahi oraya adım atamıyor. Oysa o, Kerbelâ’da İmam Hüseyin’in (a.s.) yanına gelmişti.
Dînânî: İmam (a.s.) ona, Allah ile kendisi arasında bir perde olmamasını ve gitmesini söylüyor. İmam Hüseyin (a.s.), Hakk’ın huzûrunu müşahede ediyordu. Cebrail gelip de ne yapacaktı ki? İmam (a.s.) bir aracı mı istiyordu?
Lârîcânî: Feyz-i Kâşânî, meşhed-i müşahede makamını gerçekten çok güzel bir şekilde kavramış.
Dînânî: O hem ârif hem de muhaddisti. Rivayetlere bunca vâkıf oluşunu gerçekten takdir etmek gerekiyor. Feyz, gerçek bir hakîmdi.
Lârîcânî: İnşallah İmam Hüseyin (a.s.) meşhed-i müşahede makamında hepimizden razı olur. “Allah’ım bizi Hüseyin’in (a.s.) şefaatiyle rızıklandır.”[3]
Bir sonraki programda tekrar görüşmek dileğiyle, kıymetli üstadımızla birlikte hepinizi Allah’a emanet ediyoruz.
Medya Şafak