İbrahimî Dinânî: Kâşânî Söyleşileri (24): Allah vardı, O’nunla birlikte başka hiçbir şey yoktu

"Önce rahmet gelir; gazap arızîdir. Önce tevhid gelir; şirk arızîdir. Aslolan şirk midir, tevhid midir? Tevhiddir. Bizler Hakk’ın rahmetinden mi geldik, gazabından mı? Rahmetten geldiğimize göre, yine rahmetine mi döneceğiz, yoksa gazabına mı? Geldiğimiz yere, yani rahmete döneceğiz."
GİRİŞ: 29.04.2024 10:44      GÜNCELLEME: 29.04.2024 10:44
Rasthaber -  Feyz-i Kâşânî’nin Bakışından İnsanın Özü ve Fıtratı

Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Aziz izleyicilerimizi ve Marifet programının samimi takipçilerini saygıyla selâmlıyoruz.

Bugün de Feyz-i Kâşânî’nin El-Kelimâtu’l-Meknûne’sinden bir pasaj seçtik ve saygıdeğer hocamızın bu pasajdaki sırları açıklamasını heyecanla bekliyoruz.

Ruhlar aslî fıtratları hasebiyle tevhidi kabul edebilir ve doğru yola talip olabilir niteliktedir. Bu aşamadayken henüz bir elbise giymemiş (bir şeyle mülebbes olmamış) ve hicaplarla perdelenmemişlerdi. Sonra onlara, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye nida olunmuştu. Aslî safalarıyla “Evet, Rabbimizsin” cevabını vermişlerdi. Bu cevap ruhlardan sadece bazılarına özgü değildi. Zira hadis her doğan’ın kendi pak ve ilâhî fıtratı üzerine doğduğunu haber vermiştir. Dolayısıyla onlarda meydana gelen gölgeler/karartılar kendilerine zatî, aslî ve hakkanî istidatların değil, taayyün istidadının ârız olmasından kaynaklanmıştır. Tabiatın perdeleri tarafından kuşatıldıkları ve taayyünî istidada uygun düşen zulmanî hicaplarca perdelendikleri için gölgeler bu ruhlara ârız oldu.

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Feyz-i Kâşânî’nin tevhidî bir esası beyan ettiği bu pasaj birkaç temele dayanmaktadır. Bunlardan en önemlisi, artık günümüz dünyasında da kabul gören bir gerçekliğe dayalı… Üstelik bunun üzerine o kadar çok soru soruluyor ki… İnsanın aslının/özünün ne olduğu sorusu en az ilk zamanlardaki kadar merak uyandırmaya devam ediyor. Birçok problemimizin kaynağını da insanın aslının unutulmuş olması teşkil ediyor. Bazıları bu özü tabiat ve madde olarak açıklıyor. Ancak Kur’ân-ı Kerîm’e, diğer semavî kitaplara ve müteellih hakîmlere göre, insanın semavî ve ilâhî bir hakikati vardır. Zira fıtrat sözcüğü de zaten bu hakikate işaret etmektedir. Fıtratın sözlük anlamı, “özel bir yaratılış türü”dür. Burada daha basit ve anlaşılır örneklerle ilerlemek istiyorum: Dışarıda, caddede ya da herhangi bir yerde gördüğümüz bir insan birkaç kemik, et ve hücreden mi ibarettir, yoksa bunların yanında başka bir şeye de sahip midir? Elbette ki tüm bunların yanında onun bir ruhu da vardır. Buradaki ruh sözcüğünü psikologların incelediği anlamdaki ruh olarak düşünmemeliyiz. Burada ruhun özünü ve kökenini mercek altına alıyoruz. Acaba bu ruh, hücrelerin içinden mi doğmaktadır? Bir kere ruh kesinlikle maddî değildir. Konu da zaten burada düğümlenmekte… İnsanın özü pak ve ilâhîdir. Kesinlikle madde cinsinden değildir. Elest âleminde –ki bu Kur’ânî bir sözcüktür– tüm ruhlar Hakk’ın ilminde bir araya gelmişlerdi. Allah onlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sormuştu. Buna tam bir soru denemez. Bu olsa olsa soru benzeri bir şey olabilir (şibh-i suâl). Çünkü Allah her şeyi bildiğinden, hakiki anlamda bir soru sormaz; inkârî istifham şeklinde sorar. Bu onları imtihan etmek için sorulmuş bir soruydu. Kur’ân onların tamamının bu soruya fıtrat diliyle “Evet” yanıtını verdiklerini bildirmektedir.

Lârîcânî: Üstad, bunun başlangıç noktasında bir muamma mevcut sanki… “Allah onların bellerinden zürriyetlerini aldı” âyetini bu bahisle birleştirecek olursak…

Dînânî: Âlemdeki her şey Hakk Tebârek ve Teâlâ’nın ilminde mevcut idi. Ârifler bunlara a‘yân-ı sâbite demişlerdir. Yani şeyler varlık ve imkân âleminde yaratılmazdan önce Hakk Teâlâ’nın ilmindeydiler: Allah vardı, O’nunla birlikte başka hiçbir şey yoktu. Bu sadece zamansal bir olgu değildir; şu anda da böyledir. Burada kâne ve türevlerinin geçmiş zaman çekiminde olduklarına bakmayın. Allah söz konusu olduğunda, bunlar geniş zaman kipiyle çekimlenirler. Çünkü O, tüm zamanların ötesinde ve üzerindedir. Her şey Hakk Teâlâ’nın Zât, Esmâ ve Sıfatlar makamlarında mevcut idi. Hiçbir şey O’nun için meçhul değildi. İnsanın sırr-ı süveydâsı bile buraya vasıldır; bizler bile kendi sırr-ı süveydamıza erişemez ve onu tam olarak bilemezken…

Zamanımızda modern bilim ne yapıyor? Doğayı yararak onun bağrından birtakım bilgilere ulaşmaya çalışıyor. Bu da bir yoldur ve doğrudur da… Bir başka yol ise derunu yarmaktır. İnsanların sırr-ı süveydâları sırlarla doludur. Bir yol dışarıdan bilgiye ulaşmayı hedeflerken, diğeri içten birtakım sırlara ulaşmaktadır. Hem içini hem de dışını bihakkın anlayabilene ne mutlu… Biri dışların dışı, diğeri içlerin içi… İnsan hem iç hem de dış ehlidir. İç ve dış arasındaki dengenin korunması önemlidir. Feyz de buna işaret ediyor.

Lârîcânî: O halde âyette geçen “zürriyetler” ifadesi, Hakk’ın ilim makamında olmayı temsil ediyor, öyle değil mi? Yani henüz ilmî bir vücûdla var olmayı?

Dînânî: Evet.

İnsan fıtratı hasebiyle paktır. Burada Feyz’in söylediklerine şunu eklemek istiyorum: Sadece insan değil, tüm varlıklar paktırlar. Bunların içinde paklığını yitirebilen, yani kirlenebilen tek varlık insandır. O bu âleme gelişiyle birlikte sözünü ettiğimiz bu paklığı yitirmektedir. Ne var ki bu kirlilikler de yine insanın kendisindendir. O hem kendisini hem de diğer şeyleri kirletebilecek niteliktedir. Doğa temizdir, öyle değil mi? Ancak onu dahi yine insan kirletiyor. Doğa mı insanı kirletiyor, insan mı doğayı? Ne yazık ki, bizler doğayı kirletiyoruz; üstelik onu korumakla muvazzaf ve mükellef olduğumuz halde… Bu konuya son derece dikkat etmemiz gerekir. Örneğin ormanları korumak ve havayı kirletmemek için gereken özeni göstermeliyiz. Kısacası, âlem ve tüm mevcûdât paktırlar. İnsan da böyle, evet… Ama o bir merhalede kendisini kirletmektedir. Şehvetler ve diğer kusurlarla… Bu kirlilikten kurtulmak için ne yapmak gerekir? İlk olarak, bu arınmanın yolunu sadece peygamberlerin ve velilerin bildirdiklerini hatırımızdan çıkarmamamız gerekir. Hakikatin ve peygamberlerin yolunu bulmak için ne yapmak gerekir? İlkin kendimizi eleştirmeyi öğrenmemiz gerekir… Her ne kadar dışarıdan tek bir varlık olarak görünse de insanın şuûnu vardır. Bunca şuûn nereden geliyor? Bunun cevabı Feyz’den biraz önce okuduğunuz pasajda verilmişti. O, konuyu ezelden ve fıtrattan başlayarak tabiat âlemine ve şehvetlere kadar geniş bir yelpazede ele almıştır. Bu mertebelerden bazıları diğer bazılarının aleyhine şahitlik etmektedir. Hiç kendinizin aleyhine şahitlik ettiğiniz oldu mu?

Lârîcânî: Nefs-i levvâme de budur zaten.

Dînânî: İnsanlar kendi aleyhlerine şahitlik etmeyi öğrenmeliler. Yani kendilerini sanık sandalyesine oturtup yargılamayı…

Lârîcânî: “Nefs-i levvâme” ifadesinin geçtiği âyet bunu yapmayı başarabilenleri övüyor zaten.

Dînânî: Diğerleri sizi eleştirmezden önce siz kendinizi eleştirmelisiniz. Bunu yapabildiğimizde, diğerlerinin eleştirilerine daha az maruz kalır veya belki de hiç kalmamış oluruz. Bazen başkaları tarafından eleştirilmek ne kadar ağır gelir, öyle değil mi? Bu durum küskünlüklere, kırgınlıklara ve kavgalara dahi neden olabilir. İnsan çuvaldızı başkalarına batırabildiği ölçüde kendisine de batırabilirse, diğerlerine bu kapıyı kapatmış olur. Kısacası bir özeleştiri kültürü geliştirmemiz gerekir. İnsanın bilinçli olan kısmı/yönü, bilinçsiz olan kısmına/yönüne şahitlik etmeli ve onu eleştirmelidir. Eğer bunu yaparsa, aklın yolunu bulmuş olur. Buna mukabil, kendisinden razı olur ve nefsini sürekli pohpohlarsa, hatasını anlaması mümkün olmayacak; aksine kendisindeki bu benmerkezciliği daha da güçlendirecektir. Ne yazık ki, toplumda bu gibi insanlar azımsanmayacak kadar çok... Bencillik kişinin kendisini sevmesi demek değildir. Kendimizi sevmekte bir sakınca yok. Burada ilginç olan, bencilliğin bazen diğerkâmlık maskesi altında ortaya çıkmasıdır. Eğer kendi gerçekliğinizle barışıksanız, böyle bir şeye tenezzül etmezsiniz.

Lârîcânî: Üstad, âyetin hikemî yönlerini ön plana çıkarmamız daha uygun olacaktır. Bunlardan birincisi, “zürriyetlerin alınmasını” konu eden kısmın insanın Hakk Teâlâ’nın ilmindeki ilmî varlığına bir işaret olmasıdır. İkincisi ise nefislerin kendi aleyhlerine şahitlik etmeleridir.

Dînânî: Nefsin kendi aleyhine şahitlik etmesi, “kendini bil” çağrısına kulak vermesinden ibarettir. Kendi gerçekliğini başkasının gerçekliğiyle karıştırmaksızın ve karşılaştırmaksızın kabul etmektir. Kendini bilmek budur.

Lârîcânî: Biz farkında olmasak da Allah bu şahitliği anbean bizlerden almakta aslında.

Dînânî: Evet, sürekli olarak... Ama ne yazık ki bizler bundan gafiliz. Eğer bundan gaflet etmez ve kendimizi olduğumuz gibi tanırsak, hiçbir müşkül meydana gelmez. Bunun yolu dikkat ve tefekkürden geçer. Ancak ne var ki –bu programda da sıkça vurguladığımız gibi– düşünmek zor bir eylemdir. Geleceğe tefekkürle bakabilen toplumlar gelişebilirler. Aksi takdirde anlar onlar için birer tekrardan ibaret olurlar. Anların bu beyhude ve faydasız tekrarlarından vücûda gelecek olan şey nedir? Kıyamete kadar bu anlar tekrarlanır ve bizler bunların hakkını tefekkürle eda etmezsek neler olur, bir düşünün. Her şeyden önce yerinizde sayarsınız. Dolayısıyla tefekkür –ister kendimiz isterse içinde yaşadığımız toplum için olsun– geleceğe dönük olmalıdır. Sonuç itibariyle geleceği öngörmeli, bunun için gereken ilmî ve felsefî hesapları yapmalı, dikkatli olmalı ve idraklerimizi sürekli olarak tahlil etmeliyiz. Gün içinde ya da hayatımız boyunca kulağımıza birçok bilgi çalınır durur. Bunların üzerinde biraz olsun düşünmek gerekmez mi? Ayrıca en az bunlar kadar kendimizi de eleştirmeyi unutmamalıyız.

Lârîcânî: Üstad, Elest ahdinde Allahu Teâlâ niçin “Ben sizin Hâlık’ınız değil miyim?” sorusu yerine, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusunu sormuş?

Dînânî: İkinci soru kesinlikle daha anlamlı ve hikmetli. Kur’ân’ın fesahat ve belagati de burada ortaya çıkmaktadır. Rububiyet Hâlıkıyetten daha önemli… “Halk” yani yaratmak sözcüğü Kur’ân’ın birçok yerinde geçmekte… Eğer sadece Hâlık denseydi, bazıları buradan yola çıkarak “Allah bir kez yaratmış ve yaratım son ermiştir” diyebilirlerdi. Oysa rububiyet daimîdir. Yani O bizleri bir an bile kendi halimize bırakmamıştır. Nitekim dualarımızda da “Allah’ım beni göz açıp kapayıncaya kadar dahi olsa nefsimle baş başa bırakma” demiyor muyuz? Zaten O bizleri –rububiyeti gereği de– hiçbir zaman kendi halimize bırakmaz. Bizler zaman zaman Allah’tan gafil olsak da, O bizlerden hiçbir zaman gafil olmamaktadır. Allah bir an bile hiçbir varlıktan gaflet etmez ve onu kendi haline bırakmaz. Gaflet denen şey bize aittir. “Rabb”in anlamı da budur. Ruhlar Elest âleminde buna, “Rabb”in anlamına vâkıf bir şekilde “Evet” cevabını vermişlerdi. Ancak tabiat âleminde geldikten sonra bu sözlerini unuttular. Şimdi bunun anlamına vâkıf olamıyorlar.

Lârîcânî: Molla Sadrâ bu âyetten çok güzel bir sonuç çıkarıyor ve “Allah hakkındaki bilgimiz, nefsimiz hakkındaki bilgimizden bile öncedir”, diyor.

Dînânî: Ona ne şüphe…

Lârîcânî: Onun bu âyet hakkında gerçekten çok lâtif ifadeleri mevcut. Bizler Allah’ı Allah olarak tanırken, nefsimizi de yine O’nun vasıtasıyla tanıyoruz. Sizin biraz önceki açıklamanız çok güzel bir tespiti içeriyordu: Rububiyet daimîdir, evet.

Dînânî: Molla Sadrâ’nın ulaştığı bu sonucu felsefî bir kaide formunda beyan etmek de mümkün… Bir şeyi sebeplerini bilerek bilmek, o şeyi doğrudan bilmekten daha önemlidir. Karşınızdaki sandalyeyi sadece izleyip gözlemleyerek bilmeniz mi daha önemlidir, yoksa sebepleri ve illetleriyle bilmeniz mi?

Lârîcânî: Sebepleri ve illetleriyle bilmemiz daha önemli.

Dînânî: Bir şeyi sadece görmüş olmak onu tüm sırları, keyfiyetleri ve sebepleriyle bilmekten daha önemli olamaz. Eğer illet olmazsa, malûl bir an bile varlığını sürdüremez. Bir şeyin zâhirini bilmek, onu sebepleriyle bilmenin değerine kesinlikle ulaşamaz. Kendimiz hakkındaki bilgimiz de bir tür zahirî bilgidir. Ama eğer Hakk’ı bilir ve kendimizi Hakk hakkındaki bilgimiz vasıtasıyla tanırsak, bu mutlaka ki ilkinden (zahirî bilgiden) daha güçlü bir bilgi olacaktır. Aynı zamanda bu, insanın, kendisini içten ve dıştan tanımasının bir başka yoludur. Kendisini dışarıdan tanıdığında, bunu belli bir kayıt vasıtasıyla yapar ve benliğinin bilincine bu şekilde varır. İçten tanımak ise sırr-ı süveydâyı ve İlletlerin İllet’ini, yani asıl mercii bilmekle mümkün olur. Ancak ne yazık ki insan bir merhalede kirlenmektedir. Buna programımızın başında değinmiştik. Bayağı şeylerle, şehvetlerle ve nefsanî isteklerle meşgul olduğunda perdelenir ve kirlenir.

Geçmişteki veya şimdiki zamandaki insanlara baktığınızda, onlardan hiçbirinin aynı mertebede olmadıklarını görürsünüz. İnsanları tanımak istediğinizde, onların sözlerine bakarsınız (sözleri vasıtasıyla tanırsınız). İnsanı dış görüntüsünden tanımak mı daha kolaydır, sözlerinden tanımak mı? Hangisi size daha gerçekçi bir bilgi sunar? Tabii ki sözlerinden tanımak… Bazılarının sözlerine baktığınızda onların tüm odak noktalarının başkaları olduğunu görürsünüz. Sürekli olarak başkaları hakkında konuşmakta ya da birilerini yermektedir. Bir başkası insanları kesinlikle dikkate almaz, sadece vakaları temel alır. Üçüncü örnek de konuştuğu vakit sadece düşüncelere odaklanan, vakalara pek az değinen, şahıslar hakkında ise neredeyse hiç konuşmayan biridir. Bu üç modelden hangisi daha yücedir?

Lârîcânî: Sadece düşüncelere odaklanan daha üstündür.

Dînânî: Peki, seviyesi en düşük olanı hangisi?

Lârîcânî: Şahıslar hakkında konuşan.

Dînânî: Dolayısıyla bir insanı tanımanın en iyi yolu, onun konuştuklarına odaklanmaktır. Bazılarını da yazılarından tanırsınız. Diyelim ki, bir yazarı tanımak istiyorsunuz, onu en iyi, kitaplarından tanırsınız. Yani ne yazdığına bakarsınız. İbn Sînâ’yı ve İbn Teymiyye’yi kitaplarından tanıyabilirsiniz.

Lârîcânî: Üstad burada iki soru sormak istiyorum: Birincisi, Molla Sadrâ’nın açıkladığı âyetle ilgili. Yani insanın Allah hakkındaki bilgisinin kendi nefsi hakkındaki bilgisinden bile önce geldiği konusu... Diğeri ise her insanın ilâhî bir fıtrat üzerine doğduğu gerçeği... Durum böyleyken bunca felsefî, kelâmî ve irfanî bilginin peşinde koşmamızın gayesi nedir?

Dînânî: İnsanlık tarihinin köklü ve kadim sorularından birini sordunuz aslında. Bu hem Kur’ân’da zikredilmiş hem de hakîmlerimizin eserlerine konu olmuştur. Bilim ve felsefe gibi şeylerin tümü size belli bir alandaki bilgiyi sunar. İnsan kadim dönemlerden şimdiye ne var ne yoksa bunları okumaya çalışmalı elbette… Acaba tahsil ettiğiniz bu bilgiler size dışarıdan mı verilmiş oldu, yoksa iç dünyanızda zaten mevcuttu da üzerlerine sadece bir perde mi çekilmişti? Bu da ayrı bir soru… Bazıları bunu iddia etmişler. Kişi ne kadar okur ve bilgi edinirse, hicapları da bir o kadar kenara iter. Bu perdeler okumakla, ilimle ortadan kalkarlar. İlim bâtınınızdan kaynayıp gelir. Bilgiler dış dünyada bir kitabın içinde uyuyor değillerdi. Dış dünyanın kapasitesi ve vücûdî değeri ne kadar ki içinde ilim gibi bir değeri barındırabilsin! Bunlar sizin zaten içinizdeydi. Doğayla, kitaplarla ve eğitmenlerle vd. karşılaştıkça, içinizdeki o perdeleri kaldırmış oldunuz sadece. Birçokları bilginin dışarıdan gelen bir şey olduğunu düşünüyor. Hayır, dışarıdan gelen hiçbir şey yok. Bilgi, dış dünyayla karşılaşmamızdan hâsıl olur. Elbette ki sadece karşılaşmış olmak yetmez; belli bir çaba göstermek de gerekir. Bu çaba olmazsa, içinizdeki perdeleri kaldıramaz; aksine katmerleştirmiş olursunuz. Perde içre perde… Bu söylediklerim geçmişte mantık biliminin de önemli bir tezini teşkil etmekteydi. Suğrâ (küçük öncül) ve kübrâdan (büyük öncül) hâsıl olan sonuç, suğrâ ve kübrâdan mı doğmaktaydı? Bazıları bu soruya olumlu cevap vermişlerdir. Gerçekte netice, suğrâ ve kübrâda gizlenmiştir. Bazıları da suğrâ ve kübrânın, bir kaidenin/neticenin manâ âleminden iç âleminize gelmesini sağlayan bir hazırlayıcı (muidd) ve araç olduğu düşüncesindeydiler.

Lârîcânî: Bu görüş daha doğru olsa gerek…

Dînânî: Evet. Bu iki görüş binlerce yıldır mevcut. İnsan çabayla, akıl yürüterek (istidlâl), okuyarak vd. yani bir şekilde zahmetini çekerek birtakım bilgilere ulaşır. Tembelliğin her türlüsünü bir kenara bırakmak gerekir. Bilimlerin bize öğrettikleriyle [dış dünyada] karşılaştıkça, iç dünyamızdaki perdeler bir bir kenara çekilirler. Okuduğunuz her bir sayfayla birlikte, iç dünyanızdan bir perdeyi kaldırmış olursunuz. Bu perdeler sonsuzdurlar. O halde bunları kaldırmanın bir sonu yoktur ve kaldırmak için okumaya ve çaba göstermeye devam edilmelidir. Dolayısıyla bilgiler ve bilimler içimizdendirler. Bu, pozitivistler ve teologların, üzerinde çokça tartıştıkları şeydir. İlk kesim, bilginin dışarıdan geldiğini sanmaktadır. Bu, yanlış bir kabuldür. Dışarıdan gelen hiçbir şey yoktur. Eskilerin “Câm-ı Cem” dedikleri budur. Tabii burada da, biraz önce belirttiğim gibi yapılması gereken şey bilgiye hazırdan konmak değil, sizi ona kavuşturacak ortamları ve karşılaşmaları yaratmanızdır. Biraz önce bu bilgilerin bir karşılaşmanın sonuçları olduklarını söylememiz bundan dolayıydı. Bu bilgiler bizlerde ezelden mevcut idiler. O şeylerle dış dünyada karşılaştıkça, içimizdeki perdeleri bir kenara itmiş ve derunumuzu ortaya çıkarmış oluruz. Allah o perdelerin tümünü kaldırıyor; tabii ki çaba göstermeniz şartıyla… Yoksa onlarla kalakalırsınız.

Lârîcânî: O halde bu perdelerin varlığı asıl değil…

Dînânî: Perde, asıl olandan uzaklaşmanın bir metaforu... Bunlar taayyünî hicaplardır. İnsan çok perdeli bir varlıktır.

Günümüzde –ve tabii ki eskiden de– aşk konusu epey önemli görülüyor. Aşk kötü bir şey değildir, öyle değil mi?

Lârîcânî: Hayır, değildir.

Dînânî: Aşktan tüm ârifler söz etmişlerdir. O, insanın özelliklerindendir. Âşık olmak insana özgüdür. Hayvanlar âşık olabilirler mi? Ya cemâdât ve nebâtât? Hâfız’a göre bu varlıklar âşık olamazlar. O, meleklerin dahi âşık olamayacaklarını söylemiş… Neticede şu an bu dünyadan söz ediyoruz. Saydığım varlıklar içinde aşkı insandan başka bilen bir varlık yoktur. Hayvanlarınki bir içgüdüden ibarettir ve doğrusu buna aşk da denemez. Hiçbir insan aşksız değildir. Evet, bir Mecnûn kadar olamasa da, her insan bir şekilde âşıktır. Bazıları paraya, güzel bir yüze, makam ve şöhrete âşıkken diğer bazıları Allah’a âşıktır. Bu saydıklarımı istemeyen birini görebilir misiniz şu âlemde? Esasında aşkın kendisi, kuvvetli bir isteyiştir. Aşk, tanımı o kadar da zor bir kelime değil. Bildiğiniz üzere, güce âşık insanlar da vardır. Ancak güce ya da diğer şeylere olan aşktan daha kuvvetli bir aşk da vardır ki, insanlar onu buldukları vakit dünya ıslah olacaktır. İnsanda güç, para, mal, mülk ve makam aşkı oldukça, âlemde sulh olabilmesi mümkün değildir.

Lârîcânî: Yani Maşuk’un aşkını bulursa…

Dînânî: Diğer tüm aşklar o Maşuk’un aşkının altında ezilip pare pare olurlar. Evet, böyle bir aşk var. Ama ne yazık ki peşinden gidilmiyor. İnsanlar kendilerini cüz’î aşklarla meşgul ediyorlar.

Lârîcânî: Feyz devamında şunları söylüyor:

Hem gölgeler arızîdir hem de gazap ve rıza… Zira “Rahmetim gazabımı geçmiştir” buyruğu hasebince bu gölgelerin ortadan kalkmasından sonra arızî olan Hakk’ın gazabı yerine zatî olan rahmeti celp edilmiş olur.

Dînânî: Ne kadar da etkileyici ifadeler… Tabiatın vicdanımıza ve sırr-ı süveydâmıza örttüğü bu perdeler ve Feyz’in sözünü ettiği gölgeler Hakk’ın gazabını da uyandırırlar. Hem bu perdeler arızîdir hem de onlara taalluk eden Hakk’ın gazabı… O halde aslolan nedir? Hakk’ın rahmeti... O bu sözleriyle bizlere ümit de veriyor. Aslolan rahmettir. O’nun hem rahmeti hem de gazabı vardır, öyle değil mi? Bunlardan hangisi diğerinden önce gelir?

Lârîcânî: “Ey rahmeti gazabını geçen…”

Dînânî: Önce rahmet gelir; gazap arızîdir. Önce tevhid gelir; şirk arızîdir. Aslolan şirk midir, tevhid midir? Tevhiddir. Bizler Hakk’ın rahmetinden mi geldik, gazabından mı? Rahmetten geldiğimize göre, yine rahmetine mi döneceğiz, yoksa gazabına mı? Geldiğimiz yere, yani rahmete döneceğiz.

Lârîcânî: “O kendi nefsine rahmeti yazdı.”[1]

Dînânî: Bu asla silinemeyecek bir yazı. Felsefî ve kelâmî bir kaide, arızî şeyin devam bulamayacağını ve bir gün yok olacağını söyler. Eğer şirk arızî ise bu onun devam bulmayacağı anlamına gelir. Daimî bir şirk yoktur; o bir gün mutlaka son bulacaktır. Buna mukabil, tevhid daimîdir. Bu arızî şirklerin de bir kenara itilmesi gerekir. Nihayetinde Hakk’ın rahmeti bunların hepsine galip gelecektir. Hakk’ın rahmetinin tecelli etmesi için ortadan kaldırılması gereken ne varsa kaldırılmalıdır.

Lârîcânî: Feyz burada rahmetle ilgili âyetlere de yer vermiş:

“Rahmetim her şeyi kuşatmıştır.”[2]

Dînânî: Allah’ın rahmeti gazaba bir yer bırakmıyor. Bazen O’nun kahrı bile lütfundan ve rahmetinden ileri gelir. Yani rahmetin şiddeti kahrı getirir. Kahır, Hakk’ın rahmetinin tecellilerindendir. Bu da bizlere rahmetin asıl olduğunu göstermektedir. Yine Peygamberimizin de (s.a.a.) bir rahmet peygamberi olduğunu unutmamamız gerekir.

Lârîcânî: O halde kahır ile rahmet arasındaki zıtlık sadece kavramsal bir şey olmakla sınırlı, öyle değil mi?

Dînânî: Evet. Zıt dahi olsalar, gerçekte Hakk’ın rahmetinde buluşuyorlar.

Lârîcânî: Ne Yüce bir Rabbimiz var… Bizler maalesef ki O’nun kıymetini bilmiyoruz.

Dînânî: Eğer insanoğlu bu tevhide ulaşsaydı, bu bedbahtlıklar meydana gelmeyecekti.

Lârîcânî: Muhakkak üstad.

Bir sonraki programımızda tekrar görüşmek dileğiyle, kıymetli üstadımızla birlikte hepinizi Allah’a emanet ediyoruz. Hoşça kalın.

Medya Şafak

[1] En‘âm Sûresi, 54. âyet

[2] A‘râf Sûresi, 156. âyet

YORUMLAR

REKLAM