Zira
bir milleti ayakta tutan, isimler değil, izlenen yoldur; gayretin yönü,
iradenin istikameti, sadakatin kime adandığıdır. Ve biz bu çerçevede; ülkemizin
sosyal ve ekonomik hâlini, ahlaki çöküşünü, eğitimdeki kısırlığı ve düşünsel
tıkanıklığı mercek altına alarak, bizlere dayatılan yaşam biçiminin ne denli
yapay, ne denli özden
uzak olduğunu irdelemiştik. Bu dayatmanın içerisinde dinin nasıl
araçsallaştırıldığını da açıkça
ifade etmiştik.
Cumhuriyet
anlayışımız, bize öğretilen biçimiyle, şekilciliğin ötesine geçememiştir.
Cumhuriyeti bize sunan ellerin kendi çıkarlarına göre şekillendirdiği bu
sistem, bizleri ikinci hatta üçüncü sınıf bir yurttaş konumuna indirgemiştir.
Cumhuriyetin ilanından bugüne değin
geçen süreçte halkımız; baskılarla, krizlerle, çatışmalarla yoğrulmuş,
yoksullaştırılmış, cehalete itilmiş ve kendi öz benliğine
yabancılaştırılmıştır.
Tüm
bunlara rağmen, bu çarpık düzenin
muhafazası için çaba gösteren
yöneticiler,
halka değil, sistemi kuran efendilere sadakat göstermeyi tercih
etmişlerdir. Bu, halkımıza karşı işlenen en büyük ihanettir. Ve ne
yazık ki bu ihanet, hâlâ sürmektedir.
Biz
kimiz? Hedefimiz nedir?
Tarihin
farklı dönemlerinde
bu sorulara verilen cevaplar, siyasal iklime göre şekil almış;
Atatürkçülük, milliyetçilik, dindarlık gibi söylemlerle halkın gönlü
okşanmış; ama perde arkasında yürütülen faaliyetlerde sistemin ve iktidarların
menfaatleri gözetilmiştir.
Batı’nın bize biçtiği elbise, dar da olsa giydirilmiş; halkın, ülkenin
çıkarlarına aykırı olsa da bu düzene sadakatle bağlı kalınmıştır.
En açık
örnek
Avrupa Birliği sürecidir. Bitmek bilmeyen fasıllar, ardı arkası kesilmeyen
taleplerle bizlere dayatılanlar, aslında bir teslimiyet senaryosudur. Ve bu
teslimiyette ısrar edenler şunu açıkça göstermektedir: Bu sistemde
kimin yönettiği değil,
kime hizmet ettiği önemlidir.
Asıl
hedef bellidir: Bu sistemin devamını sağlamak. Yani halkın kimliği, iradesi,
onuru değil; sistemin selameti, iktidarların bekası önemlidir.
Bu
yönlendirme
iki söylem
üzerinden yürütülmüştür:
•
“Atatürkçülük” adı
altında,
• “Dincilik” örtüsü altında.
Her
iki durumda da halkın ve ülkenin öz
çıkarları bir kenara itilmiş; esas gayret, çarpık ve sömürücü düzenin ayakta
kalması için gösterilmiştir.
Bu düzeni inşa eden odaklar ülkenin gerçek sahibi hâline gelmiş; iktidara
gelenlerse sadece koltuklarını korumanın telaşına düşmüştür dolaysıyla Halka
sadece göz
boyayan projeler, medya şovları, güzel ama içi boş sözler sunulmuştur.
Oysa perde arkasında yürütülen ajanda, çoktan başka merkezlerce yazılmıştır.
Bunun
için ilk yapılan şey, medya gücünü ele geçirmek olmuştur. Uygulanan stratejinin
özeti
ise Aristotun
zorba rejim tanımında gizlidir. Aristot der ki:
•
Potansiyel tehditleri (rakipleri)
ortadan kaldır,
•
Halkı böl ve bağımlı hâle
getir,
•
Casuslarla (bugün trollerle)
fitne üret,
•
Kamusal hayatı denetim altına al,
•
Eğitimi ve ifade özgürlüğünü
kontrol et,
•
Halka duymak istediklerini söyle
ama tam tersini yap.
Bugün,
“demokrasi” adı altında Avrupa’da,
Amerika’da
ve benzeri ülkelerde işte bu politikalar işlemektedir. Demokrasi, bir makyaj;
otoriterliğe çekilmiş parlak bir ciladır. Renk üstünlüğü, ırk ayrımcılığı,
inançlara baski…
Hepsi örtülü
değil, aleni hâle gelmiştir. Gazze’de insanlık dışı bir vahşet yaşanırken
buna sessiz kalan, dahası destek sunan bir Batı karşımızdadır. Ve Müslüman
ülkelerin çoğu, maalesef sadece laf olsun diyerek kinamktadirlar dahası kendi halklarına
yaptıklarında bu “kâfir”lerden geri
kalmamaktadır.
Türkiye’nin
Amerika ve Batı’yı “müttefik” olarak seçmesi, kendi felaketini davet etmekten
başka bir şey değildir. Amerika, çöküşün eşiğindedir. Parçalanma kaçınılmazdır;
yalnızca küçük bir kıvılcım yeterlidir. Avrupa ise hem sosyal hem ekonomik
olarak büyük bir çöküşe sürüklenmektedir. Bu sebeple tek umutları savaştır.
Avrupa ve Amerika,
Türkiye’yi
kendi kirli işlerini temizleyecek bir taşeron olarak görmektedir. Çünkü
Avrupa’nın
savaşacak insanı kalmamıştır. Hiçbir Avrupalı birey, bu uğurda can vermek
istemez. Almanya, hâlâ Hitler’in hayalini yaşarken; Fransa, kendi halkına düşman
bir rejimle yönetilmektedir.
“İnsan hakları”, “eşitlik”, “özgürlük”
gibi süslü kavramlar, sadece lafta kalmıştır. Bu değişim, Avrupa’nın
çöküşünün en net göstergesidir.
Amerika’nın kapitalist düzeni tıkanmış; yönetim sistemindeki
ahlaki erozyon ve küçük bir azınlığın çıkarları, tüm dünyada şiddetti, zorbalığı, vahşeti getirmiştir.
Amerika, kendi içinde bile çözülmeye yüz tutmuş; eyaletler bağımsızlığa göz
kırpar hâle
gelmiştir.
Bu tablo, Müslüman ülkeler
için bir tarihi fırsattır.
Birlik ve beraberlikle yürütülecek her sosyal, ekonomik ve askerî iş birliği, bizleri güçlendirecek; Müslümanlara reva görülen baskı ve zulüm son bulacaktır. Filistin’de akan kan dinecek, mazlumun yüzü gülecektir.
Lâkin
ne yazık ki Müslüman ülkelerin yöneticileri
bu fırsatı görecek
ferasetten yoksundur. Halkları karşısında aslan kesilen bu yöneticiler,
efendileri önünde
aciz bir kul hâline gelmiştir. Çünkü iktidarlarını, mallarını ve güçlerini bu
efendilere borçludurlar. Bu sebeple, Filistin’deki vahşete karşı tek yaptıkları şey, kuru bir “kınama”dan ibarettir.
Ey
Müslüman ülke yöneticileri!
Türkiye,
Mısır, Suudi Arabistan ve diğerleri…
Uyanın!
Amerika’ya,
İsrail’e
ve Siyonist Batı’ya karşı İslami direniş
cephesinde
birleşin! Kazanan siz olacaksınız. Bu mücadele sadece Müslümanları değil, zulme
uğrayan bütün halkları peşinizden sürükleyecek. Ve işte o zaman, yeni bir dünya
yükselecek.
Bu,
benim hayalim… Kalbimden doğan bir temenni…
Fakat
biliyorum, bu kolay olmayacak.
Ne
yazık ki gelecek, bizler için çetin olacak. Fakat unutmayın:
Hakkın
yanında olanlar elbet kazanacak; Şeytanın
safında olanlar ise er ya da geç kaybedecektir.
“Allah'ın, Rasûlünün ve iman edenlerin velâyetini,
hâkimiyetini, idaresini, korumasını kabul edenler bilsinler ki, Allah'ın
orduları, onun tarafında olanlar, işte onlar galip geleceklerdir.” (Maida:56)
Ve
bu, değiştirilemez bir hakikattir.
Mustafa Kemal TASPINAR - 26 TEMMUZ 2025