Rasthaber - Yeni Yıl Duasındaki (“Yâ Mukallibe’l-Kulûb”) “Kalb” Sözcüğünün Anlamı
Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.
Aziz izleyicilerimizi, kıymetli dostlarımızı ve Marifet programının samimi takipçilerini saygıyla selâmlıyoruz.
2015 (H. Ş. 1394) yılına girmek üzereyiz. Aziz İran halkının ve özellikle Marifet programının değerli takipçilerinin yeni yılını tebrik ediyor ve sizlere güzellikler getirmesini diliyorum.
İlkbahar münasebetiyle Feyz’den güzel bir gazel seçtik ve saygıdeğer üstadımızdan bu gazeldeki sırları açıklamasını rica ettik.
Bunun da öncesinde, sizin de Nevruz münasebetiyle iletmek istediğiniz bir mesaj varsa buyurunuz lütfen üstad.
Dînânî: Ben de tüm İranlıların yeni yılını kutlar ve kendilerine güzellikler getirmesini dilerim.
Lârîcânî: Her şey yıldan meydana geliyor. Peki, yılın kendisi neyden meydana geliyor?
Dînânî: Kendi bileşenlerinden… Yani aydan, haftadan, günden, saatlerden… Ta [en küçük zamansal birim olan] anlara kadar sürer bu. Zaman anlardan oluşmuş süreğen bir şey… Bu anlar birbirlerinden kopuk (munfasıl) değillerdir. Sonuçta her an yenileniyorlar. Nev-ruz da yeni gün demek değil mi zaten? Gerçekte şöyle bir baktığımızda yeni olmayan gün mü var? Bir yılın içinde sadece tek bir gün mü yenidir, yoksa her gün mü? Eğer güzel bakmayı bilirseniz, her günün yeni bir gün olduğunu görebilirsiniz. Tarihin başlangıcından bu yana birbirinin tekrarı olan gün olmuş mudur? Yaratılışta tekrar yok ki, günlerde olsun… Zamanda tekrar yoktur. O anbean geçer gider. Bizler sanki yılda sadece tek bir gün yeniymiş gibi uzlaşmış ve onu yeni yılın ilk günü kabul etmişiz. Hâlbuki nefeslerimiz dahi yenidir. Ve aslında her an bir Nevruz’dur. Âlemde eski ve eskimek diye bir şey yoktur. Eskilik bizim hüsnükuruntumuz… Bir şeyi eski görenin gerçekte kendi hafızası köhneleşmiştir. Zamanda tekrar olmaması o kadar önemli bir konu ki… Belki burada birileri zamanın tekrarlandığını savunacak. Yine bazılarından birçok kez duyduğumuz “tarih tekerrürden ibarettir” gibi bir söz var. Aslında tarih hiçbir zaman tekrar etmez. Evet, benzeri yaşanır. Ancak bire bir tekrar etmez. Bazı vakalar öncekilerle benzerlik gösterebilir. Ama bir gün tüm varlığıyla başka bir günün aynısı olmaz. Tıpkı önceki nefeslerimizin sonrakilerle aynı olmadığı gibi… Burada bir örnek vermek istiyorum. Belki o zaman konu muhterem izleyicilerimiz için daha da anlaşılır olur. Bildiğiniz üzere, büyük denizler her zaman dalgalıdırlar. Dalgasız deniz olmaz. Bu onun bir özelliği… Bununla birlikte onun hiçbir dalgası bir öncekiyle aynı değildir. Bu âlemin tamamı bir okyanus gibi sürekli dalgalıdır. Saniyeler dakikaları, dakikalar saatleri, saatler yılları, yıllar asırları kovalar durur ama buna rağmen geçen hiçbir an bir öncekiyle aynı olmaz. Âlem her an bir “Nevruz”dur.
Netice itibariyle hangi takvim kullanılırsa kullanılırsın, burada bir gün milat ve başlangıç olarak kararlaştırılmış, böyle kabul görmüştür.
Lârîcânî: Yeni yıl duasındaki “Yâ mukallibe’l-kulûb” ifadesi de bu sürekli dönüşümü ve yenilenmeyi imliyor, öyle değil mi?
Dînânî: Evet, aynen. Bu duanın Nevruz’la gerçekten çok derin bir ilişkisi var. Çok güzel ve anlamlı bir dua… İçinde “kalb” ve “mukallibe’l-kulûb”, “hâl” ve “muvavvile’l-ahvâl” gibi ifadeler mevcut. İnsanın halleri sürekli değişir, öyle değil mi? İki farklı anda aynı kalabilmesi mümkün müdür? Hayır. Yıl da (yani zaman) bu şekildedir. Sürekli akar, değişir ve bir önceki anla aynı değildir. Bir halden diğer bir hale, bir yıldan başka bir yıla geçmek…
“Kalp” sözcüğü hangi anlama geliyor? Bu, bildiğiniz gibi Arapça bir sözcük. “Dönüşmek, bir halden bir hale geçmek” gibi anlamlara gelir. Kalp daima değişen bir şeydir. Bu hem zahirî açıdan böyledir hem de manevî açıdan… Kalp iki şeye ıtlak edilmiştir: Birincisi, anatomik ve tıbbî anlamıyla kan pompalayan organ… Atışıyla birlikte, kanı vücudun tüm bölgelerine damarlar yoluyla ulaştırır (kalb-i sanevberî). Diğeri ise maarifin, idrakin, maneviyatın ve aklın merkezi olan manevî kalptir. Anatomik kalbin ne olduğunu ve nasıl çalıştığını alanındaki uzmanlara havale etsek daha iyi olur. Bizim burada konumuz daha çok batınî ve manevî kalp... İnsanın kalbi yalnızca anatomik anlamdaki kalbiyle sınırlı değildir. Senâî’nin terennümüyle;
Bir parça eti “kalp/gönül” diye adlandırdın
Mecazen kalp olarak adlandırdığın o şeyi
Git de sokaktaki köpeklere at.
Kalb-i sanevberî dışarıdaki hayvanlara birkaç lokmalık yiyecek olmaktan fazlası değildir. Ancak insanda bir kalp daha var ki, onu tutup dışardaki hayvanlara atmak mümkün değildir. Bu, manevî kalptir. Maarifin, maneviyatın, idraklerin, muhabbetin, aşkın, imanın ve küfrün mahallidir. Aklı esas alarak karar alır ve mevzi belirler. Ne yazık ki burada bazıları akıl ile kalbi birbirine karşı konumlandırıyor. Bizler bunun cevabını daha önce defalarca vermiştik. Bunlar arasında bir tekabül varmış gibi konuşmamak gerekir. Akıl hiçbir zaman kalbin karşısında yer almaz. Kalp –ki aşkın merkezi de kalptir– akla renk katar ve onu süsler. Akıl da kalbe nizam verir. Akıl ve kalp aslında tek bir şey olup, birbirleriyle işbirliği içindedirler. Kalbimiz dışarıya açılan bir kapıdır. Bu kapılar beş duyu organımız tarafından temsil edilirler. Aynı zamanda insanın dış dünyayla irtibat kurmasını sağlarlar. Bu beş duyu organının dört tanesi baş bölgesinde yer alır. Dokunma duyusu ise bedenin tüm canlı noktalarına yayılmıştır. Buna baş da dâhil elbette. Bu duyulardan hangisinin daha önemli olduğunun tespiti aklî olarak zorsa da Kur’ân’ın teyit ettiği bir gerçeklik var ki, görme ve işitme duyuları diğerlerinden ayrı bir öneme sahiptirler (Semî‘ ve Basîr). Keza Allahu Teâlâ da kendisini bu isimlerle anmıştır. Örneğin bildiğimiz kadarıyla O’na dokunma, tatma ve koklama duyuları nispet edilmemiştir. Dolayısıyla insanın dış dünyaya açılan kapıları hükmündeki duyuları arasında en önemlileri görme ve işitme duyularıdır. Bu kez burada bu iki duyudan (görme ve işitme) hangisinin daha önemli olduğu sorulabilir. Amâ olarak dünyaya gelmiş birinin zorunlu olarak başka bir duyusunda noksanlık bulunmayabilir. Ancak sağır olarak dünyaya gelmiş biri, zamanla dilsiz de olur. Çünkü dil, işitme duyusu sayesinde öğrenilir. İşitemeyen birinin dili öğrenebilmesi de mümkün değildir. Dolayısıyla istisnasız tüm sağırlar dilsizdirler. İnsan daha çok görerek mi öğrenir, işiterek mi? Evet, görme duyusunun alanına giren çok şey var.
Lârîcânî: İşiterek…
Dînânî: Kesinlikle öyle. Niçin? Burada bir niçin sorusu mevcut ve buna bir cevap vermek gerekir. Görme duyusunun alanındaki şeyler, çoğunlukla duyusaldırlar. Yani bizler duyusal olanı görebiliyoruz. Akıl, ruh, anlam gibi şeyleri göremiyoruz; çünkü bunlar duyusal değillerdir. Işığın vurduğu cismi, yani rengi görebiliyoruz. Biliyorsunuz ki, renk de cisme arız olan bir şeydir. Görme duyusu mahsûsâtı idrak ederken, işitme duyusu anlamları idrak eder. Bir şeyleri duyduğumuzda/dinlediğimizde kulağımıza birtakım sesler çalınır; evet bu doğru… Ancak duyduklarınız aslında birer anlamdırlar. İşitme duyusu yoluyla aktarılan bu anlamların (ki bunlar felsefî, dinî, tarihî, edebî vd. olabilirler) zorunlu olarak mahsûs olmaları gerekmez. Mesmûâtın (işitilenler) ve işitme duyusuyla öğrenilenlerin malûmâtın alanı/kapsamı görme duyusuyla öğrenilen şeylerin alanından fazladır.
Lârîcânî: Göz suretleri görür, kulak ise anlamları idrak eder.
Dînânî: Eğer Mevlânâ insanın kulak vasıtasıyla “şişman”layacağını söylemişse, onun bununla fiziksel/bedensel bir şişmanlığı kastetmediği açıktır. Bu, manevî (anlamsal) bir şişmanlıktır. Maarifi, me‘ânii ve hakikatleri almaktır; manen rüştüne ermek ve manen “şişmanlamaktır.” İnsan dış dünyaya açılan kapılar mesabesindeki bu duyu organları vasıtasıyla aldıklarını içselleştirir ve kendileştirir. Gördüğünüz, işittiğiniz, kokladığınız, tattığınız ve dokunduğunuz şey sizindir/size aittir. Dışarıdan neleri iç dünyanıza alabilirsiniz? Sizinle türdeş olanları… İnsanla türdeş olan şeyler nelerdir? Ya da diğer bir ifadeyle o neleri sever? Sevmediğiniz şeyleri değil, sevdiğiniz şeyleri öğrenirsiniz. Bazılarının belli bir konuyu anlayamadıkları düşünülür. Oysa gerçekte sadece konuyu sevememişlerdir. Yoksa anlayamamak diye bir şey söz konusu olabilir mi? Bir şeyi öğrenen, muhakkak ki onu sevdiğinden öğreniyordur. İnsan niçin bazı şeyleri sever de, diğer bazılarını sevmez?
Lârîcânî: Öncelikle bu sevginin ölçütünün ne olması gerektiğini sorgulamak gerekir.
Dînânî: Ölçüt türdeşlik-benzerliktir [sinhiyyet]. Kendinizle türdeş olanı seversiniz. Kendimizle türdeş olanı severken türdeş olmayanı niçin sevmeyiz? Bunun felsefî bir cevabı vardır: İnsan kendisini sevdiği için kendisiyle türdeş olanı sever. Bu durumda “İnsan bencildir” diyebilir miyiz? İnsanın burada bencil olmasında bir sakınca yoktur. “Bencillik kötüdür” diyorsak, kastettiğimiz bu türden bir bencillik değildir. Kaldı ki insanın bencil olmaması mümkün de değildir. O, yerine göre böyle olmak zorundadır. Eğer insan kendisini sevmezse, şu hayatta hiçbir şey yapamaz. Kötü olan bencillik haddinden/hakkından fazlasına talip olmak, aşırı gitmek ve sınırlarını bilmemek anlamındaki bencilliktir. Bir şeyi seven onun eserlerini de sever. Kendini seven kendisiyle türdeş olanı da sever. Allah da kendisini seviyor. O’nun yarattığı kendisiyle türdeş miydi, yoksa O’ndan tamamen ayrı bir şey miydi? Elbette ki türdeş idi.
Lârîcânî: Çok güzel bir noktaya değindiniz. İnsan kendisiyle türdeş olanı kendisine çeker ve sever. Kendisiyle onun arasında bir yakınlık icat eder. Burada yenilenmenin ve Nevruz’un mesajı, insanın, kendisiyle türdeşleri arasında kurduğu daimi ilişkileri yenilemesidir. Yani hayatın yeni mesajları, insanın diğer şeylerle arasındaki içsel türdeşliklerinin tazelenip canlandırılmasındadır.
Üstad “Rüzgârları müjdeleyici olarak göndermesi O’nun âyetlerindendir” âyetinde[1] geçen müjdeler sizce neler olabilir? Zira Hâfız’ın da bununla ilgili olarak “Yâr’in diyarından Nevrûz rüzgârı gelmekte” dediği şey bu âyete bir atıf olsa gerek. Bu rüzgârdaki müjdeler nelerdir? Yâr’in diyarı aslında “kalp” olabilir mi? O, yenilerin ve yeniliklerin bize geldiği yerdir. Bu türdeşlik Yâr’in bize ulaştırması gereken rahmetin kendisidir. Sizce de öyle değil mi?
Dînânî: Evet, doğru söylüyorsunuz. Her şey Yâr’dan gelir. Gece ile gündüzün birbirini takip etmesi, günlerin birbirini kovalaması, hatta Sadrâyî konuşacak olursak, âlemin cevherî hareketi vd. hep bir akışı, devinimi ve yeniliği imlerler. Cevherî harekete pek az filozof dikkat etmiş. Oysa bu aslında çok muazzam bir nazariye… Yani âlem sadece vücûdun arazlarında değil, cevherinde de sürekli bir akış halindedir. Âlem bir nehirdir. Molla Sadrâ bu görüşe çok farklı bir boyut kazandırmış ve onu sistematik hale getirmiştir. Keza bildiğiniz üzere iki bin yıldan uzun bir zaman önce Herakleitos da evreni büyük bir nehre benzetmiş, “Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz”, demişti. Nehre ikinci kez girdiğinizde, onun suyunun bir önceki su olmadığını görürsünüz. Su aynı su değildir. Çünkü daima akış halindedir. Âlem durmaksızın akan bir nehirdir. Bunun menşei Hakk’ın rahmeti ve feyzidir. Daim olan, Hakk’ın feyzidir aslında. O, sonsuz membadır. Hakk’ın bu feyizleri melekler, rüzgârlar, sular, âlemdeki cereyanlar, dönüşümler ve cevherî hareketle ulaşırlar. Bu açıdan evrende eskilik ve eskimek diye bir şey yoktur. Allah ezelden ebede kadar iki kez aynı şekilde tecelli etmez. Ârifler, “Tecellide tekrar yoktur” demişlerdir. Hakk’ın her tecellisi yenidir. Eğer tecelliler yeni ise âlem de yenidir. Mevlânâ yeni bir sözü, [mahiyetin] haddini aşması olarak görüyor. Yeni bir söz söyleyebilmek ancak bu kimselerin (kendini aşanların) harcıdır. Evet, yeni bir söz söylemek de âlemi yeniliyor. [Mahiyetin] sınırlarını geçtiğimizde sözlerimiz nasıl yeni olur, bunu biraz açmak istiyorum: Âlem zaten yeni, öyle değil mi? Ama diğer taraftan âlemdeki ilâhî cereyan ve feyiz de daimî... Her şey bir ölçü (kader) ile yaratılmıştır. Bu âlemde haddi olmayan bir şey var mıdır? Hayır. Her şeyin bir haddi, diğer bir ifadeyle düzeni vardır. Üzerine oturduğumuz sandalyenin, içinde yaşadığımız binanın, kısacası tüm evrenin bir düzeni vardır. Bunlar işleyişlerini belli bir düzen içerisinde sürdürürler. Bu evren, olduğu şeyden başkası –örneğin Mars– olamaz. Dünya kendi düzeniyle daima dünya, Mars da kendine özgü düzeniyle daima Mars’tır. Deniz çöllük yapmaz, denizlik yapar. Her hayvan kendi doğasını yaşar. Ancak dünyada başka bir varlık daha var ki, ona bir ölçü biçmek/tayin etmek mümkün değildir. “Yâ mukallibe’l-kulûb” duasını anlamlı kılan varlık da diyebiliriz buna kısaca. Manevî kalbin –dikkat ederseniz burada anatomik kalbe işaret etmedim; çünkü onun da bir ölçüsü var– bir haddi var mıdır? Ya zihnimizin? Zihnimizin şu anki sınırları, şimdiye dek şeyleri ne kadar bildiğimiz/düşündüğümüz ölçüsünde değişkenlik gösterir. Ufkunuzu ne kadar açarsanız, zihninizin sınırlarını da o kadar genişletmiş olursunuz. Böylece ulaştığı her bir ufkun ardından daha da öteye taşınmış olur. Bizler her an başka bir biziz. Her an yenilenmekle birlikte, diğer taraftan aynı şeyiz. İnsan doğumundan ölümüne dek aynı insandır; her an yeni bir hal ve oluş içerisindedir. Doğumuyla ölümü ve cehaletiyle ilmi arasındaki fark ne kadardır? Allah sizi annelerinizin karınlarından hiçbir şey bilmez halde çıkardı.[2] Öyle ki zihnimiz boş bir levha [tabula rasa] gibiydi. Bu zihne her an her saniye bir şeyler yazıldı, eklendi ve kaydedildi. Hiçbir şeylikten her şey olmaya doğru evrildi. Bu durumda insana bir sınır ve çerçeve çizmek/belirlemek ne kadar doğru olur? İnsan hiçbir şeye esir olamaz.
Lârîcânî: Bu, insanın sonsuzluğu anlamına geliyor.
Dînânî: İnsan zihnin kayıtlarını ve katılığını kırar. Eğer zihninizdekilerle yetinir ve bu sınırların dışına çıkmazsanız, ölürsünüz. Artık bir baharınız (Nevruz) da olmaz, yeniliğiniz de… Yenilenmek istiyorsanız, kalıpların ve sınırların dışına çıkacaksınız.
İnsanın kalbinden daha yeni bir şey yoktur. Her bağın çiçekleri bellidir, sayılıdır… Buna karşılık kalp ne kadar yeni olabilir? Sonsuz… Bu sonsuzluğa da donukluklardan ve kayıtlardan kurtulduğunuz vakit ulaşırsınız. Aynı zamanda kulaklarınızı da hakikati işitmeye hazırlamalısınız. Dış dünyaya açılan kapılarımızdan biri olan bu kulaklar (işitme duyumuz) bir hayli önemlidir. Gözler ve kulaklar yenileri alabilmek için her an yenilenmeliler. O zaman kalbiniz her gün Nevruz’u yaşar.
Lârîcânî: Allâme Tabâtabâî’nin bir önceki âyette geçen “müjdeleyici” sözcüğünü tefsir ederken, ilkbahar ve yağmurların kaynağının rüzgârlar olduğunu vurguluyor. Tüm bunların yanında bizlere Yâr’dan de bir nesim ulaşmakta… Bunun kaynağını kalp olarak görüyor. Biraz önce söylediğimiz bağ da bu bağ aslında. Bu tabiî rüzgârlar bulutları doğurup toprağı tazeleyip çimenleri yeşertirken, Hakk’tan gelen rüzgâr, kalbe safâ bahşetmekte ve onu yenilemektedir.
Dînânî: Bendeniz de burada konuyla ilgili bir hadise işaret etmek istiyorum. İlkbahar ve Nevruz rüzgârlarının biraz önce saydığınız tabiî güzelliklere vesile oldukları doğrudur. Ancak bu zahirî ve tabiî rüzgârın yanı sıra, insanın bâtınından esen manevî bir rüzgâr da vardır. Bakınız Masum İmamlardan (a.s.) ulaşan bir hadiste neler söylenmiş: Allah’ın dünyanızda, gayb âleminden daimî olarak gelen manevî esintileri (hadisteki ifadeyle “nefehât”) vardır. Bunlar ilâhî esintilerdir; Hakk’ın rahmetleridir, manevî ve ilâhî feyizlerdir. Hakk’ın mahzeninden gelirler. Hadisin devamında ne söylendiğine bakın: “O halde bağrınızı/sinenizi ona açın.” Kendinizi o rüzgâra bırakın. Rüzgârdan korunmak için köşelere saklanmayın. Bu manevî ve ilâhî nesimden nasiplenin. Bu bir hadisti. Konuyla ilgili olarak bir de Sokrates’ten bir söz nakletmek istiyorum: Felsefe, hikmetin mahzeninden esen bir rüzgârdır. Bazıları kendilerini bu rüzgârlardan köşe bucak korurken, filozof kendini onlara teslim eder. Yaklaşık iki bin beş yüz yıl önce söylemiş bunu. Buna bir de bizim hadisimizin güzelliğini ekleyin… Bu ilâhî rüzgâr daima esiyor. Tabiî rüzgârın vesile olduğu güzelliklere belki yılın sadece belli bir diliminde (örneğin ilkbaharda) şahit olabiliyoruz. Oysa ilâhî rüzgârlara şahitlik etmenin belli bir zamanı yok.
Lârîcânî: Bu tabiî rüzgârın kendisi de başlı başına bir mucize zaten.
Dînânî: Eğer o olmasaydı, biraz önce saydığınız doğal güzellikler vücûda gelemezlerdi.
Lârîcânî: Bizler elimizdekilerin değerini ne kadar bilirsek, bu ilâhî nesimden de o kadar nasiplenmiş oluruz. “Şükrederseniz, elbette nimetlerimi artırırım.”[3]
Dînânî: Kalpleri döndüren (Mukallibe’l-kulûb) Allah’tır. Bu dönüşlerin nasıl olacağı bizlerin çabasına da bağlıdır. Böylece basiretimizi de artırmış oluruz. Gözlerimiz sadece iyiyi görmeli; kalplerimiz de sadece iyi olana yönelmelidir.
Lârîcânî: “Hallerimizi en iyi hale döndür” diye bir ibare var duada. O en güzel hal kim bilir nasıldır… Allah hepimize nasip eylesin. Programımızın başında değindiğimiz şiire vakit yetmedi maalesef. Ama yine de izleyicilerimizin meraklanmamaları adına birkaç beytini okumak istiyorum. Feyz gerçekten de çok güzel terennüm etmiş:
Nevruz’un rüzgârından ruh ve kalp yenilendi
Kalp ve ruh da ne, Rahman’ın kokusundan tüm âlem yenilendi
O yıllanmış şarap O’nun lütfuyla mest eyledi
Hem akıl hem can hem de kalp yenilendi
Sonuçta o rüzgârın esmesi için de kişide bir istidat olmalı…
Dînânî: Çok güzelmiş gerçekten. Âlim, fakih ve hakîm bir şahsiyet olan Feyz, elbette ki yaşamı boyunca hiç şarap içmemişti. Bu şiirinde bahsettiği şarap, gerçekte marifetin şarabıdır. Yani ilâhî nesimdir.
Lârîcânî: Canın şarabı bu... Aşk ve muhabbetin tutkusu…
Dînânî: O marifet şarabı geldiğinde can da yenilenir ruh da... Ruh yenilendiğinde beden de yenilenir. Âlem zaten yeniydi… Gerçekte âlemde her an bir Nevruz var.
Lârîcânî: Şiirin devamında hem yeryüzünün hem zamanın hem de zamanın çarklarının yenilendiğini söylüyor. Ne ilginç ifadeler… Zamanın nasıl yenilendiğine değinmenizi isterim bir gün üstad.
Dînânî: Zaman yenilendiğinde yeryüzü de yenilenir. Zaman ile yeryüzü (mekân) arasındaki ilişki felsefî bir konu… Bunu bir gün ayrıntılı olarak işlememiz gerekir. Bunların birbirleriyle çok katmanlı ilişkileri var.
Lârîcânî: Peki, üstad. Gazelin geri kalanına başka bir programımızda değiniriz inşallah. Gerçekten de çok güzel bir gazel.
Bir sonraki programımızda tekrar görüşmek dileğiyle, aziz üstadımızla birlikte hepinize Allahaısmarladık diyoruz. Hoşça kalın.
Medya Şafak
[1] Rûm Sûresi, 46. âyet
[2] Nahl Sûresi, 78. âyet
[3] İbrahim Sûresi, 7. âyet