Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenler, uzun süre ülke içindeki
toplumsal farklılıkları iktidar matematiğinde istismar etmekten çekinmediler.
Sünni köyün yolunun asfaltlanıp, Alevi köyünün yolunun
toprak bırakılması…
Alevi köyüne cami yapıp, üstüne de imam atanması…
Alevi köylerinin devlet desteklerinden mahrum bırakılması…
gibi benzeri girişimler, Sünni seçmenin gururunu okşadı.
Bunu yapan partiyi sahiplendi, bağlandı.
Aleviler yüksek yönetim katlarında “milli güvenlik sorunu”
olarak tanımlandığında kimse itiraz etmedi.
ABD, NATO konsepti içerisinde SSCB’yi kuşatma operasyonu
planlarken, her ülkede toplum analizleri yaptı. Türkiye’de ise, en büyük ikinci
inanç grubu olarak Aleviler bu konsepti zaafa uğratabilirdi.
ABD planlarına göre, SSCB Türkiye’yi işgal ettiğinde, Aleviler
onları destekleyebilirdi!
Bu konsept çerçevesinde, 70’li yıllarda Alevileri sindirmek
amaçlı katliamlar yapıldı. Maraş, Çorum, Sivas, Malatya, Elazığ gibi
illerimizde düzenlenen katliamların ve Alevilerin toplam nüfusa oranı daha az
olan Yozgat, Erzincan, Kayseri, Erzurum, Ardahan, Adıyaman gibi illerimizde
yürütülen sistematik baskıların arkasındaki “akıl”, ABD’nin SSCB’yi kuşatma
planında “alan temizliği” yapmaktır.
1991’de SSCB’nin dağılması, tüm bu konsepti geçersiz kıldı.
Alevilerin suçsuz yere hedef alınması, katliama uğraması ile ilgili olarak tek
bir sorumlu dahi cezalandırılmadı!
Ancak, süreç içerisinde Alevi-Sünni mezhep tartışması
üzerinden Sünni kitlelerin oy tercihinin istismar edilmesi imkanı da büyük
ölçüde ortadan kalktı. Tersine, özellikle de, Fethullahçı teröristlerin 15
Temmuz 2016’da düzenlenen hain darbe girişimi sonrasında, toplumsal birliğin
devletin varoluşunun temel taşı olduğu anlaşıldı.
Siyasetçilerin mezhepsel ve sair toplumsal farklılıkları
istismar ederek koltuklarını elde tutabildikleri ancak, toplumsal konsensüsü
bozarak devletin bizzat kendi varlığına kastettikleri daha net olarak
anlaşıldı.
Siyasetçinin kazancı, aslında devletin ödediği bir bedeldi!
Dolayısıyla, istismarcı siyasetçinin yönetiminde ayrımcılık
yapmakla suçlanan “devlet”, toplumu birleştiren rol oynaması gerektiğini
kavramış oldu.
ALEVİLER TÜRKİYE’NİN AYRILMAZ BİR PARÇASIDIR
Esasen, Cumhuriyet’i kuran kadro, Evkaf Vekaleti’ni Diyanet
İşleri Başkanlığı kurumuna dönüştürürken mezhepsiz bir İslâm olabileceğini
hayâl ediyordu. Bu fikrin ütopya olduğu anlaşıldığında, bizzat Mustafa Kemal
Atatürk’ün Alevileri de temsil edecek bir devlet teşkilatı kurulması için
girişimde bulunduğunu biliyoruz.
1936’da, Atatürk’ün İzmir gezisinde, Denizli eski mebusu
Bektaşi babası Hüseyin Mazlum Baba’nın oğlu Mümtaz Bababalım’a “Bektaşilik
kurumlarını yeni koşullara ve günün gereksinimlerine göre, yeni bir tüzük ile
yapılandırarak canlandırılması” talimatı verdiğini Baki Öz’den öğreniyoruz.
Ancak, bu girişim hem günün koşulları ve hem de Atatürk’ün
ilerleyen hastalığı nedeniyle görev emrini takip edememesinden gerçekleşemiyor.
Öte yandan, Hacı Bektaş Dergâhı’nı “müze statüsünde”
açılması emrini vererek, bugüne kadar gelen Hacı Bektaş Velî anma
etkinliklerinin gerçekleşmesini sağlayan 4. Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in
talimatıyla ve Anayasa Komisyonu Başkanı Ord. Prof. Dr. Sıdık Sami Onar’ın
gözetiminde, 1963 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde “Mezhepler
Dairesi” kurulması için hazırlanan yasa tasarısı ise, sağcı politikacıların din
istismarını oy devşirme alanı olarak fazlasıyla sevdiklerinden olsa gerek,
kadük bırakıldı.
Böylece, Alevi inançlı toplumun devlet idaresine entegre
edilerek, Cumhuriyet rejiminde her özgür yurttaşın kullandığı haklardan olan
ibadet hakkını yerine getirmesinin hukuksal zemini, bilerek-isteyerek boşlukta
bırakıldı.
Hatta, kim yörelerde mülki amirler daha da ileri giderek,
Alevi ibadetlerine tarikat toplantısı muamelesi yaparak, kovuşturma bile açtı.
Köyün girişinde “jandarma gözlemek” Alevi köylerinde cem ibadetinin bir parçası
haline geldi.
Tüm bu ayrımcı uygulamalara rağmen, Alevi inanç toplumu
barışçı ve hukukun üstünlüğüne uyma tutumunu değiştirmedi. Bugün, Alevilerin
sorunları ve çözümleri konusunda ifade edilecek her görüş, Alevilerin onlarca
yıla uzanan bu dirayetli ve sabırlı tutumunu dikkate almak ve değerlendirmek
zorundadır.
ALEVİLERİN SORUNLARINA ÇÖZÜM ARAMAYAN TÜRKİYE’Yİ
YÖNETEMEZ
Geldiğimiz noktada, tüm toplumsal kesimlerin ittifak
halinde, Alevilerin yasal statüsü konusunu ciddiye alması ve çözüm öneriler
tartışması sevindiricidir.
Yok sayılmaktan, var sayılmaya ilerleyen bu değişimi takdir
etmek gerekir.
Ancak, Alevi inanç toplumunun özelliklerini ve
hassasiyetlerini dikkate almayan önerilerin ve/veya düzenlemelerin de yapıcı
olmaktan çok yıkıcı olacağı konusunda uyarımı yapmak istiyorum.
Bilindiği gibi, Alevilerin yüzlerce yıllık ve yerleşmiş
“örgütlenme geleneği” ocaklardır.
Ocak, Türklerin İslâm öncesinde yarattıkları, aile, kan
bağı, klan, tribal örgütlenmelerden farklı ve onları aşan bir örgütlenme
yöntemidir. Bu bakımdan ayrı bir sosyolojik inceleme konusudur. Ancak, biz konumuza
devam edelim.
İslâm’ı benimseyen Türk toplulukları içerisinde ocak
sistemini devam ettiren Aleviler, tekkeleri kısa sürede ocaklara dönüştürdüler.
1077’de Kaşgar’da ölen ve orada türbesi bulunan büyük Türk
bilgini Yusuf Has Hacib, Türkler arasındaki Ehl-i Beyt sevgisini, “Kutadgu
Bilig” adlı eserinde şu şekilde ifade eder:
“Hizmetkârlardan başka ve Bey’in adamları dışında,
münâsebette bulunacağın kimselerden bazıları, Peygamber’in neslidir. Bunlara
hürmet edersen, devlet ve saâdete kavuşursun. Bunları pek çok ve gönülden sev;
iyi bak ve yardımda bulun. Bunlar, Ehl-i Beyt’tir. Peygamber’in uğurudur. Ey
kardeş! Sen de onları, Sevgili Peygamber hakkı için sev.”
Bilindiği gibi, eser, 1079 yılında, Kaşgar’da hüküm süren
Karahanlı hakanı Buğra Han’a, “yönetimde faydalı olması” amacıyla takdim
edilmiştir.
Daha 7. yüzyılın son çeyreğinden itibaren, Ehl-i Beyt
evlatlarının Emevi (ve sonrasında Abbasi) zulmünden kaçıp, başta Horasan olmak
üzere, Türk illerinde can güvenliği içerisinde birlikte yaşadıklarını ve
evlilikleri yaptıklarını da düşünerek, ocakların İslâm’ı benimseyen Türkler
arasında dini kurumlara dönüştürülmesini açıklayabiliriz.
Dolayısıyla, Alevilerin hukuksal varlığı bugün çağdaş
normlarda teminat altına alınacaksa, bu ancak ocak örgütlenmesini gözeterek
mümkün olabileceğini de tartışmasız kabul etmek gerekir.
AK Parti hükümetinin son dönemde Alevileri yasal statüsüne
ilişkin arayışlarını da, bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
Pek çok kaynaktan aldığım bilgiye göre, Anadolu’nun farklı
yerlerinde, yetkililerle görüşen Alevi dedeleri bu noktaya dikkati çektiler.
Ocak yapılanmasının dikkate alınmayacağı bir statünün fayda değil, zarar
getireceğini vurguladılar.
Ancak, ne yazık ki, bu tavsiye hem iktidar tarafından
değerlendirilmedi ve hem de kimi Alevi tabelalı örgütler, kendilerinin muhatap
alınmalarını sağlamak gayesiyle, ocaklardan söz etmemeyi yeğlediler.
Cumhurbaşkanlığı, DİB, İçişleri Bakanlığı ve Kültür ve
Turizm Bakanlığı arasında yaşanan gelgitler sonucu “top” Kültür ve Turizm
Bakanlığı’nın kucağında kaldı!
Elbette, Vakfılar Genel Müdürlüğü’nün de Kültür ve Turizm
Bakanlığı’na bağlı olması nedeniyle, Alevi dergâhları kadim vakfiye anlayışı
ile ele alınarak bu çatı altında yasal düzenleme de bir seçenektir. Ancak,
şimdiye kadar edindiğimiz bilgiler, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Alevi
dergâhları çerçevesinde konuya yaklaşmaktan hayli uzak olduğu yönündedir.
Esasen, “sorun”un Türkiye Cumhuriyeti devletinin din
işlerini yeniden düzenleme sorunu olduğunu anlamamız ve kabul etmemiz gerekir.
Mezhepçi siyaset arenasından uzaklaştıkça ve Türkiye’yi hepimizin ortak evi
olarak düşündükçe, yaklaşacağımıza inandığım devlet anlayışı içerisinde tüm
inançların yasal çatı altında organizasyonunu mümkün kılan bir yol izlenmesi
gerekir. Böyle yapıldığı takdirde, tüm dinlerin ve içerisindeki farklılıkların
hem yasal statü sorunu çözülür ve hem de vatandaşlık bağı güçlendirilmiş olur.
Ama, sadece Alevileri ve sadece kısa zamanda sonuç almaya
yönelik girişimler “sorun”u çözmediği gibi, uzun vadede toplumsal barışa da
katkı koymayacak ve hatta zarara uğratacaktır.