Böylesine nifak saçanlar için savcılar neden harekete geçmez
anlamakta zorluk çekiyorum. Oysa TCK'da din ve mezhep farklılığından dolayı
halkı kin ve düşmanlığa tahrik edenlerle ilgili ceza-i müeyyide var:
"Halkı Kin ve Düşmanlığa Tahrik veya Aşağılama Suçu
TCK Madde 216."
(1) "Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge
bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin
ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimse, bu nedenle kamu güvenliği açısından
açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde, bir yıldan üç yıla kadar
hapis cezası ile cezalandırılır."
(2) "Halkın bir kesimini, sosyal sınıf, ırk, din,
mezhep, cinsiyet veya bölge farklılığına dayanarak alenen aşağılayan kişi, altı
aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır."
(3) "Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri
alenen aşağılayan kişi, fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması halinde,
altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır." Bakınız bu
yasalarda görüldüğü üzere "öldürmeye teşvik" değil, "düşmanlığa
tahrik ve aşağılama" bile ceza gerektirmektedir.
Şunu da bilmiş olalım ki, hiçbir devlet, vatandaşları
arasında, muayyen (belirli) özelliklere sahip bir kesiminin diğer kesimi
aleyhine kin ve düşmanlığa, öç almayı gerektirecek şiddetli nefrete
yönlendirilmesine seyirci kalamaz, kalmamalı. Toplumda nifak saçmaya, toplum
içerisinde sadece mezhebî farklılığından dolayı bir kesimi diğer kesim üzerine
şiddet uygulamaya tahrik ve teşvik etmek insanlık suçudur. Bu tahriki yapmaya
kimsenin hakkı yoktur. Abdulkadir Polat, Ebu Haris, İhsan Şenocak, İsmail
Kılıçarslan, Yusuf kaplan ve Cüppeli Ahmet gibi beyinleri Muaviye ve Yezid gibi
"Ehl-i Beyt muhibbi düşmanlığı" üzerine kurgulanmış taassub ehli
birçok şahıs vaaz, konuşma ve yazılarında mezhep üzerinden halkı kin ve
düşmanlığa tahrik etmektedirler. Bakınız, bu "düşünceyi ifade etme
özgürlüğü" ile karıştırılmamalı. "Başkalarının canına/hayatına kast
edecek boyutta tahrik içerikli beyanat" düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirilemez.
Ayrıca şunu da belirtmiş olalım ki, TCK'da "muzır
neşriyat" ile ilgili ceza yasaları da var. Neşriyat vasıtalarıyla nifak
saçan kişi hukuka ve kamuoyuna karşı suç işlemiş sayılmaktadır. Hiç kimsenin
kamu güvenliğini ve toplumun huzurunu tehdit eden neşriyatta bulunmaya hakkı
yoktur. Savcılar bu gibi nifakçı kişiler hakkında derhal harekete geçip
kovuşturma başlatmalıdır. Sayın okuyucumuz çok açık bir şekilde ifade etmiş
olalım ki, bu gibi nifak ehli kişiler yaptıkları kışkırtıcı beyanatlarla
çatışma ve cinayetlere zemin hazırlamaktadırlar. Üzücü olan mezhep ve içtihat
farklılığı üzerinden öylesine yorumlar yapılıyor ki, o farklılığı "cinayet
sebebi" niteliğine büründürüp tam bir provokasyonla sunum yapıyorlar.
Abdulkadir Polat denilen şahıs kin ve nefret içerikli konuşma yaparken bir
taraftan da öylesine çelişki içerisine düşüyor ki, baştan sona kendi savlarını
da yalanlamış oluyor. Ehl-i Sünnet'nin temel kaynaklarından olan İbn Kesir'den
şu hadisi naklediyor: "Ey ashabım benden sonra dalalete düşmeyesiniz diye
size iki ağır emanet olarak Kûr'ân'ı ve Ehl-i Beyt'imi bırakıyorum. Onlara
sahip çıktığınız süre yanlışa sapmaz, dalalete düşmezsiniz." Söz konusu
şahıs bu hadisi aktardıktan sonra Ehl-i Sünnet'in temel hadis külliyatı Kütüb-ü
Sitte'de var olan Gadir-i Hûm olayına farklı anlam yükleyerek inkâra yelteniyor
ve bu hadisin Ehl-i Beyt'in velâyetini ilân anlamına gelmediğini iddia ediyor.
Hem itiraf, hem inkâr! Bu ne yaman çelişki? Bakınız, velev ki İmâm Ali'nin ve
Ehl-i Beyt'in velâyeti ile ilgili bir hadis dahi olmasa Kûr'ân bize Ehl-i
Beyt'in velâyetini çok net bir şekilde bildiriyor: "Ey Resulüm de ki: 'Bu
tebliğime karşı sizden bir ücret istemiyorum, ancak buna mukabil sizden isteğim
yakınlarıma (Ehl-i Beyt'ime) meveddet göstermenizdir." (Şura: 23) Ayette
geçen "meveddet" kelimesi Arapça sevgi, saygı, ihtiram, sahiplenme ve
siyasî rehberiyet anlamlarına gelmektedir. Bu ayeti inkâr veya başka türlü
tevil etmek mümkün değilken, ne yazık ki, "meveddet" kelimesini
sadece "sevgi" anlamında yorumlamaktadırlar. Oysa sevginin gereğini
bile yapmadılar. Ehl-i Beyt'e yönelik ne Sakife'de, ne evlerinin kundaklanma
teşebbüsünde, ne Fedek'in gasp edilişinde, ne Cemel'de, ne Sıffin'de, ne
Nehrevan'da, ne Kerbelâ'da o meveddeti, o ihtiramı göstermediler. Tevil, inkâr
ve yok saymak böyle bir şey! Peki, Kûr'ân'dan bir delil daha verelim:
Bildiğiniz üzere, Ehl-i Sünnet der ki: "İmâm Ali Hazreti Ebubekir ve
Hazreti Ömer'e kadılık/danışmanlık yaptı." Buna istinaden Ehl-i Sünnet
kaynaklarının 70 küsur yerinde geçtiği üzere hem Ebu Kuafe'nin oğlu Ebubekir ve
Hattab'ın oğlu Ömer işin içinden çıkamadıkları hususlarda ve yanlışa düşme
endişesiyle İmâm Ali'ye müracaat ettiklerinde, buna mukabil İmâm Ali'nin onlara
doğru olanı, yapmaları gerekeni söylediğinde, "Az kalsın yanlış karar
vermekle kendimi helak edecektim, iyi ki Ali'ye müracaat etmişim"
itirafında bulunmuşlardı. "Kur'an'dan örnek verelim" demiştik. Evet,
bu hadise üzerine Allah Teâlâ ne diyor ona bakalım: "Kendilerine doğru yol
gösterilmediği süre doğruyu bulamayan mı uyulmaya layıktır, doğruyu bilen mi
uyulmaya layıktır?" (Yunus: 35)
Demek ki, beşerî münasebetlerde olduğu gibi Kûr'ân'a göre de
liyâkat esasmış. De fakto durumlar ve konjonktürel şartlar mazeret değildir.
Bakınız Sakife toplantısında yaşanan fay hattı kırılması ve eksen kayması
üzerine akan zaman ve tarihî süreç içerisinde yaşanan artçı depremler ve
statükocu monarşilerin dayatıp, toplumsal hafıza olarak
kabullendirip/kanıksattığı hususları Kûr'ân ve Sahih Sünnet zaviyesinden
yeniden masaya yatırıp tetkik etmek durumundayız...
Yukarıda söz konusu ettiğimiz Abdulkadir Polat ismindeki
şahıs video konuşmasında Ehl-i Beyt muhibbi olan Şiî kardeşlerimize öylesine
tezviratlarda bulunuyor, öylesine iftiralar atıyor ki akla ziyan.. İnsanın
"yuh artık" diyesi geliyor. Birkaç örnek verecek olursak:
"Rafizilik İslâm düşmanlığı üzerine kurulmuştur. Şiîler hep Müslümanlara
karşı savaşmışlardır, bana Batı ile savaşmış bir Şiî devlet söyler misiniz?
Bana tağutlarla, zalimlerle savaşan bir Şiî devlet gösterir misiniz? Haşşaşiler
ve Timur'da Şiî idi, sadece Müslümanlara karşı savaştılar. Sufiler, "Timur
Sünnidir" diyorlar, hayır Timur Şiîdir. Timur bir numaralı İslâm
düşmanıdır, bir numaralı Şiî'dir. Yemen'de, Suriye'de Şiîler bugün de Sünnilere
karşı savaşıyorlar. Şiîler bu ümmetin Yahudileridirler. Şiiler Ehl-i Beyt
sevgisinde aşırıya gidip kafir olmuşlardır. Şiîler Ali'yi, Fatıma'yı, Hasan ve
Hüseyin'i ilâh edinmişlerdir." Bu söylenenler en alçakça yapılmış
iftiralardır. Bakınız ayrıca bu şahıs, "Selefiler de kafirdir" diyor.
"Mevlana ve Said-i Nursi de kafirdir" diyor. Önüne gelene
"kâfir" diye diye bu gidişle ortada Müslüman kalmayacak. Birgün
gelip, "ben de kâfirim" derse şaşırmayın. Adama sormazlar mı,
"önüne geleni kâfir ilan ediyorsun, sahi sen nesin? İşi o raddeye getiriyor
ki, yayınladığı kısa videoların birinde Hamas üyesi bir şahıs konuşmasında
İran'ın kendilerine yaptığı silah yardımını övgü ile anlatması üzerine,
"Bakın, bu Hamas da İran'ın kucağına oturmakla kâfir oldu. Filistin
davasını, İran sattı, müşrik Hamas ve Şiiler sattı" diyor. Bu ne yaman
çelişkidir ki, bir taraftan "İran bugüne kadar İsrail'e bir taş atmış
mı?" diye soruyor, ardından İran'ın Hamas'a yaptığı silah yardımından
dolayı Hamas üyesinin teşekkür konuşmasını yayınlıyor ve bu konuşmadan dolayı,
Hamas'ı İran'ın kucağına oturmakta suçlayıp kâfir ilân ediyor.
Üzücü olan bu şahısların sosyal medya üzerinden bir hayli
takipçisi olması. Bunlar genç ve cahil dimağları idlal ve ifsad etmektedirler.
Müslüman gençlerimiz bu fitne/fücur iftiracılara karşı uyanık ve basiretli
olmalıdır. Ayrıca yukarıda bahsettiğimiz üzere, halkımızı kin ve düşmanlığa
tahrik eden/kışkırtan bu fitneciler için savcılar derhâl harekete geçmelidir...
Vesselâm...