Dört Hak Mezhep Anlayışı

GİRİŞ: 03.09.2022 10:33      GÜNCELLEME: 03.09.2022 10:33
Rasthaber -  "Ehl-i Sünnet diye kendilerini tanımlayan âlimlerin bir iddiası var: "Dört hak mezhep vardır, bu dört hak mezhep sırat-ı müstakim üzeredir, gerisi batıl ve dalalet ehlidir." Hemen sormuş olalım, bu mezhepler Peygamberimiz'in vefatından 150 yıl sonrasında zuhur edip neşvü nema bulmuş. Peki o 150 yıllık boşlukta yaşayan Müslümanların durumu ne olacak? Onlar sıfat-ı müstakim üzere değil miydi? Dört mezhebin dışındakiler dalalet ehli olduğuna göre o 150 yıllık zaman süecinde yaşayan Müslümanlar dalalet ehli midir? Bunlar hakkında nasıl bir hükme varmalıyız?

Ahzab soruyor: "Ya Resulullah! Mademki sen son peygambersin o halde senden sonra ümmetin hali ne olacak, onlara kim önderlik ve rehberlik yapıp hidayet yollarını gösterecek?" Bu sorunun akabinde hemen ayet nazil oluyor: "İnsan, kendisinin başı boş bırakılacağını mı sanır?" (Kıyamet: 36)

Bu ayetin inzalinden sonra Allah Resulü, ilk vasîsinin İmâm Ali olduğunu söylüyor ve 12 Ehl-i Beyt imâmlarının isimlerini tek tek sıralıyor. Bu imâmların kıyamete kadar ümmete rehberlik etmeleri gerektiğini vurguluyor. Dinin yanılabilir insanlardan değil de mutahhar olandan öğrenilmesi gerektiğine istinaden Ahzab Sûresi'nin 33'ncü ayetinde (müzekker hitap kipi ile) Ehl-i Beyt imâmlarının mutahhar kılındıkları belirtilmektedir. Mutahhar olana ancak mutlak itaat yapılır. Onu da Nisâ Sûresi'nin 59'ncu ayetinde görüyoruz. "Allah'a, Resulü'ne ve sizden olan ul'ûl emre (Ehl-i Beyt'e) itaat ediniz." Ayette geçen Allah ve Resulü'nün yanısıra ul'ûl emre mutlak itaat, ul'ûl emrin mutahhar olmasını zorunlu kılmaktadır. Zira Kûr'ân'da geçtiği üzere ebeveyne dahi koşullu itaat söz konusudur. Ul'ûl emre yani Ehl-i Beyt'e koşulsuz itaat etmemiz emredilmekte. Peki bu itaat mekanik ve tekdüze bir itaat midir? Hayır öyle değil! Peki bu itaat nasıl olmalı? Pazarlıksız olarak sevgi ile, içtenlikle, meveddet ve ihtiram ile olmalı. Bakınız Yüce Allah ne buyuruyor: "Ey Resulüm de ki, 'bu tebliğime karşılık sizden bir ücret istemiyorum; ancak buna mukabil sizden yakınlarıma (Ehl-i Beyt'ime) meveddet göstermenizi istiyorum." (Şûra: 23) Ayette geçen "meveddet" sözcüğü Arapça "sevgi, saygı, ihtiram ve siyasî rehberlik" anlamlarına gelmektedir. Bu ayete istinaden Sevgili Peygamberimiz buyuruyor ki: "Benim Ehl-i Beyt'imden öne geçmeyin, onlardan beri olmayın, onlara öğretmeye kalkmayın, onlar sizden bilgilidirler, onlar sizin öğretmenleriniz ve yol göstericilerinizdir, onlar benim vasîmdir. Onları sevip sayan beni sevip sayar, onlara düşman olan bana düşman olur, bana düşmanlık ise Allah'a düşmanlıktır." Bir başka Hadis-i Şerif'lerinde ise, "Ya Ali seni ancak münafıklar sevmez" diye buyurmaktadır. Bu beyanatlar kendilerini Ehl-i Sünnet diye tanımlayan kesim tarafından inkâr edilmiyor. Sadece farklı yorumlanıyor: "Ehl-i Beyt imâmları biz İslâm ümmetinin manevî liderleridirler. Allah Teâlâ onları mutahhar/pak ve temiz yaratmıştır siyaset ise kirlidir. Allah Teâlâ onların kirli olan bir şeye bulaşmalarını murad etmemiştir." (Said-i Nursı: Dördüncü Lemalar; s. 27-28)

Şimdi adama sormazlar mı, madem siyaset kirlidir Allah Resulü Mekke'den Medîne'ye hicret edip orada siyasî bir yapı olarak 52 maddelik anayasa metni ile neden İslâm Devleti'ni kurdu? Neden İslâm'ı siyasi devlet mekanizması olarak müesses bir nizama dönüştürdü? Toplumsal düzenin adalet temeline dayalı bir mekanizmaya, bir devlet yapılanmasına zaruri olarak ihtiyaç vardır. İnsan anti sosyal bir varlık değil ki siyasete ihtiyaç duymasın.

Şunu bilmiş olalım ki, siyasetin kirlisi de vardır temizi de. Firavun örneğinde olduğu gibi tarih boyunca baskıcı/despot kötü yöneticiler hep olagelmiştir. Bunlar ve ardılları kötü siyaseti temsil etmektedirler. Davud, Süleymen Yusuf ve Muhammed aleyhisselam gibi yönetim mekanizması kendilerine bahşedilen peygamberler temiz siyaseti temsil etmektedirler.

"Andolsun ki, biz peygamberlerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adaleti (bir müesses nizam olarak) teminat altına almaları için beraberlerinde (anayasa niteliğinde) kitabı ve mizanı indirdik." (Hadid: 25) "Ey Resulüm biz seni din (ve yönetim) hususunda şeriat (hukuk düzeni) üzerine görevli kıldık, sen o şeriata (hukuka) uy, bilmeyenlerin heva ve hevesine değil." (Casiye: 18) Ayetlerden de anlaşılacağı üzere Sevgili Peygamberimiz Medine'de Allah Teâlâ'nın inzal etmiş olduğu adalet temeline dayalı ve hukukun üstünlüğünü esas alan ilâhî yasalarla İslâm'ı müesses nizama dönüştürüp mutlak anlamda "temiz siyaset" uygulamıştı.

Şunu bilmiş olalım ki, İslâm tarihinde asıl olarak siyaset seküler bir yapıya büründürülerek Sakife'de kirletildi ve sonrasında bu kirlilik Emevî ve Abbasîlerle devam etti. Oysa Peygamberimiz'den sonra temiz siyaset Ehl-i Beyt imâmları tarafından sürdürülecekti. Sakife'de buna engel oldular. 25 yıl aradan sonra yönetim İmâm Ali'ye teslim edildiğinde gördük ki, İslâm'ın adalet anlayışı en iyi şekilde uygulanmaya konulmuş. Üstelik bu beş yıllık iktidarda İmâm Ali ve yönetim merkezi üç ayrı savaşla saldırılara maruz kaldı. Buna rağmen o adalet anlayışından ödün vermedi. Hatta devletin başına geçmesi için insanlar tarafından evi muhasara altına alınıp kendisine ısrarla baskı yapılması üzerine, insanların yıllar önceki vefasızlıklarını bildiği için, "Gidin kendinize başkasını seçin, siz benim adalet anlayışıma tahammül edemezsiniz" demişti. Israrcıların önde gelenlerinden Talha ve Zübeyr ne yazık ki ilk tahammül edemeyenlerden oldular. İstedikleri valilikler kendilerine verilmeyince sıvışıp doğruca Aişe Validemiz'in yanına gittiler ve onu ikna ederek Cemel Savaşı'na sebebiyet verdiler. Öte yandan kendisi "tuleka" olduğu için Allah Resulü tarafından siyasî yetki verilmemesi gereken Muaviye, İmam Ali tarafından azledilince eşkiya sürüsünü etrafına toplayıp Sıffin savaşını başlatmıştı. Yani o da İmam Ali 'nin adalet anlayışına tahammül edememişti.

(Mekke'nin fethinden sonra Müslüman olduğunu söyleyenlerin güvenilir olmadıkları için kendilerine siyasî yetki verilmemesini bizzat Allah Resulü emretmişti. İkinci halife bu emri çiğneyip Muaviye'yi Şam'a vali tayin etmişti. Gördüğünüz gibi Allah Resulü'nün emrini dinlememek nelere mal oluyor. Aynı şahıs Sakife'de de Allah Resulü'nün emrini dinlememişti. Kırtas olayı da ayrı bir felâket.)

Sevgili Peygamberimiz ve ashabı Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarını müşriklere karşı yapmışlardı. İmâm Ali ise Cemel, Sıffin ve Nehrevan savaşlarını ümmetin içerisindeki isyancılara karşı yapmıştı. Ne kadar acı değil mi? 

İmâm Ali'nin adalet anlayışına ve temiz siyasetine üzerinde cahili kalıntıları taşıyanlar elbette tahammül edemez. İmâm Ali'nin iç isyanlarla ve iç savaşlarla geçen beş yılına baktığımızda bütün zorluklara rağmen hak temeline dayalı adalet anlayışından ve temiz siyasetinden zerrece taviz vermediği görülecektir. İmâm Ali'nin hak temeline dayalı adalet anlayışını yansıtan şu sözlerine bakar mısınız: "Bütün dünyayı varmeye karşılık bir karıncanın ağzındaki yarım arpa parçasını almamı isteseler vallahi bunu yapmam."

İlim ve irfan şehrinin kapısı İmâm Ali'nin işte böyle bir adalet anlayışı vardı.

Evet, temiz siyaset ve adalet görmek isteyenler İmâm Ali'nin Malik Eşter'i Mısır'a vali atadığında eline verdiği o talimatnameye baksınlar. Mutlak manada hukukun üstünlüğünü esas alan  o meşhur talimatname bugün kamu binalarının ve ticarethanelerin duvarlarını süslemektedir. Ehil olanın, liyâkat sahibi olanın, ilim şehrinin kapısı olanın talimatnamesi elbette böyle olur. İnsan hakları evrensel beyannamesi niteliğinde olan o talimatnameye bugün ivedilikle ihtiyaç var. Sakife'de kırılan fay hattı ve yaşanan eksen kayması Emevîlerle zirveye ulaştı. Metafor olarak kullanılan şu söze kim itiraz edebilir? "Eğer Sakife olmasydı vallahi Kerbelâ olmayacaktı." Bilmem anlatabildik mi?

Allah Resulü Ehl-i Beyt'inin konumu ve onlara nasıl davranılması gerektiği hususunda Şûra Sûrasi'nin 23'ncü ayeti muvacehesinde defaatle uyarılarda bulunmuştu. Ama ne yazık ki, dinlemediler, uymadılar, ihtiram, saygı ve meveddet göstermediler.

"Benden sonra yanlış yollara sapmayasınız diye size iki ağır emanet bırakıyorum. Bunlara sarılırsanız sapmazsınız. Bunların ilki Allah Teâlâ'nın kitabı Kûr'ân-ı Kerim, diğeri ise Kûr'ân-ı Kerim'le benim sünnetimin muhafızı ve müfessiri olan Ehl-i Beyt'im." Tekrar sormuş olalım, akratmış olduğumuz bu Hadis-i Şerif nasıl olurda siyasetten muaf tutulur ve sadece "manevî lider" kalıbında yorumlanır? Böyle bir ayrıma gitmek seküler bir mantığın ürünü değil midir? İşte Sakife'de bunu yaptılar. Sonra malum kişiye biat etmesi için Peygamber vasîsinin evine baskın düzenlediler. Evi yakmak için tehditlerde bulundular. Kapı arkasında Fatıma Validemiz'i sıkıştırıp eziyet ettiler. (Bazı kaynaklarda bu sıkışma esnasında Fatıma Validemiz'in düşük yaptığı rivayet edilmektedir.)

Bakınız işin acı tarafı dört hak mezhep metaforunu kullanan kesim nedense bu konuları asla gündemlerine almazlar. "Hak mezhep" söylemi ile hakkın üstünü örtmektedirler.

Yüce Rabbimiz, "Hakkı bâtılla örtbas etmeğe kalkışmayın ve bile bile gerçeği gizlemeyin." (Bakara: 42) demiyor mu? Evet, ne yazık ki gördüğünüz üzere, Sahih Hadis ile varid olan ve "nass hükmündeki Ehl-i Beyt'in siyasî rehberlik gerçeği" nasıl bir manipülatif yaklaşımla tersyüz edilmiş? Öyle bir hale gelinmiş ki, Ehl-i Sünnet cenahında Ehl-i Beyt imâmlarının manevî yönleri de anlatılmamakta/yazılmamakta. Somut örnek vermiş olalım, elime Ehl-i Sünnet âlimlerinin biri tarafından yazılmış eseri alıp okudum, fakat koskoca 500 küsur sayfalık bu kitapta iki satır dahi Ehli Beyt imâmlarından söz edilmiyor. "Şu sahabe-i kiram, bu sahabe-i kiram" denilerek ve olmadık meth-ü senalarda bulunularak ömrümüzde duymadığımız kişilerin isimleri zikrediliyor, fakat ne yazık ki bu tür eserlerde Ehl-i Beyt'in esamesi okunmuyor.

Bu hakkın üstünü örtmek değil de nedir?" Ehl-i Sünnet âlimlerinin yüzlerce eserini/yazılı metinlerini okumuş biri olarak ifade etmiş olalım ki, bazı eserlerde Ehl-i Beyt'ten söz edilse bile olay öyle bir yere evriliyor ki, Ehl-i Beyt'e ihanet edenler, Ehl-i Beyt'i katledenler "ictihat hatasıdır" denilerek en sinsi mazeretlerle temize çıkarılmaya çalışılıyor. Bu son derece üzücü bir durum değil midir?

Mademki dört hak mezhep metaforundan söz ediyoruz, o halde konumuzla ilintili olarak bir hususa daha açıklık getirelim: Mezhepler "fıkhi çıkarsama ürünü" olduğuna göre, neden fıkhî çıkarsama sonucu oluşturulmuş dar kapsamlı klik/ekol içerisine kendinizi hapsediyorsunuz? Fıkhî çıkarsamanın, yani mezhebin dışında "nass" diye bir olgu yok mudur? Din sadece fıkhî istinbat kapsamında oluşmuş ekolden müteşekkil midir? Oysa dinin asli bileşeni "nass"dır. İçtihad tali meselelerle ilgili fürûattan bir konudur. İctihadı küçümsediğimiz anlaşılmasın, o da dinin bileşenlerindendir. Ancak ifade ettiğimiz gibi müctehidlerin ürünüdür. İçtihat her şeyden önce dinin temel kriterleri ile uyumlu olmalıdır. Dinin aslına, yani tevhidî değerlere tezat teşkil eden içtihad merduttur. Reddi vaciptir. Şu hâlde mukallid Müslüman taklit edeceği müctehidi çok iyi seçmek ödevindedir. Öyle müctehid diye geçinen zevat var ki, Allah Teâlâ Hûd Suresi'nin 113'ncü ayetinde "Zalime meyletme yoksa sana da ateş dokunur" diyor, müctehid müsvettesi ise kalkıp, "peygamber katibidir" dediği katile rahmet okuyor. Mümeyyiz olamamak böyle bir şey işte. Hani bir darb-ı mesel var: "Yarım doktor candan eder, yarım hoca dinden eder."

Asıl mesele "mer'i olan nass'da içtihada mesağ yoktur." ilkesini prensip edinmektir. Biz öncelikli olarak "nass"ı referans almak durumundayız. Bu aynı zamanda imânî bir zorunluluktur..

Ehl-i Beyt hakikati nass'dır. Mezhepler ise fıkhî ekollerdir. Peki bu dört mezhep müntesiplerinde nass'a karşı aidiyet bağlamında sorumlulukları yok mu? Elbette, Ehl-i Beyt hakikatine yönelecek olsalar fıkhî konuları ve ferî meseleleri bu ekolden tedarik etme durumunda kalacaklar.

Bilmemiz gereken o ki, mezhepler ferî meselelerle ilgili konularda Kur'an ve Sünnet referans alınarak istinbat/çıkarsama/ictihad sonucu oluşmuş fıkhi ekollerdir. Aslî değil ferî meselelere münhasır bir durum bu. Aslî meseleler ise tevhidî ilkelere bağlı, akideye taallûk eden hususlardır. İctihad zannidir, itikatta ise zan caiz değildir.

Zan mahsulüne "hak" diyemeyiz. Hak "nass" ile sabit olandır. İnanç ve imân konusunda şüpheye mahâl yoktur. İnsanların çoğu zanna uyuyorlar. "Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyarsan, seni Allah yolundan saptırırlar. Çünkü onlar zandan başka bir şeye tâbi olmuyorlar ve temelsiz bir tahminden başka bir şeye de dayanmıyorlar."

(En'âm: 116)

Ferî mesele de olsa fıkhî konularda kalp mutmainliği de gereklidir. Bunun bir tek yolu vardır, mutahhar imâma tabi olmak. Mutahhar olanlar ise sadece Ehl-i Beyt imâmlarıdır. (33/33)

Özellikle akideye taallûk eden hususlarda müçtehid de olsa yanılabilir/yanıltabilir vasfına sahip kişilere mutlak manada intisab etmek bir kere fıkhen caiz değildir. Fakat bakıyorsunuz, "İmân'da Eşarî'yi, amelde Maturidî'yi taklit ediyoruz" diyebiliyorlar. Eşarî kim, Maturidî kim Allah aşkına, Ehl-i Beyt imâmları dururken bunlara intisab etmek de neyin nesi?

Ne yazık ki Ehl-i Sünnet denilen kesim yanılabilir bu iki şahsı imânda ve amelde taklit mercii olarak kabul etmektedir.

Kısacası ümmetin büyük ekseriyeti bunları kendilerine referans almışlar. Mutahhar olmayıp helâl ile haramı karıştıranları referans almak o şahısları Hıristiyanların ruhbanlarını rab edinmelerine benzer bir duruma düşmek değil midir? Bir eserden somut örnek vermekle bu meseleyi vuzuha kavuşturmuş olalım:

Suriyeli Ehl-i Sünnet âlimi Ramazan el-Buti'ye ait olduğu söylenen "Mezhepsizlik" isimli eserde, kendisinin reddiyede bulunduğu husus şöyle: Birileri Tevbe Sûresi'nin 31'nci ayetinde geçen, "Onlar... Ruhbanlarını rab edindiler" ifadesinden yola çıkarak Müslümanların bir kısmı mezhep imâmlarını rab edindikleri iddia edilmekte. Adı geçen eserde bu iddiaya reddiyede bulunuluyor. Fakat helâlleri haram, haramları helâl yapanlar hakkındaki bu iddia da yabana atılmamalı. Bu yaklaşım göz ardı edilmemeli. Zira bu mezheplerden birinin haram dediğine diğeri helâl diyorsa, birinin mekruh dediğine diğeri caiz diyorsa burada tehlike sınırlarını aşan bir çelişki, bir tenakuz var demektir?

İddia ettiklerine göre dört mezhep de hak ise neden bu mezhepler birleştirilmiyor? Birleştiremezler zira her birinin fıkhî kural ve çıkarsaması diğerleri ile tenakuz ve çelişki hâlinde. Az önce söz konusu ettiğimiz gibi, birinin helâl dediğine diğeri haram diyor. Biri müfsid diyor, diğeri mubah diyor. Oysa hak bir tanedir. Birinin helâl dediğine "hak" diyeceksin, diğerinin yine aynı meseleye haram dediğine yine "hak" diyeceksin, bu olacak iş mi? Biri eşine elini değecek abdesti bozulacak, diğeri öpse de bozulmayacak, birine göre at eti helal, diğerine göre haram. Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Çünkü çelişkilerle dolu fıkhî kuralları var.

Bu konuda bir başka husus ise mezhepler kuruluş aşamasından itibaren temel kriterler, temel haram/helâller hususunda sabit kalmamışlar, aksine sürekli bu mezhepleri temsil eden alimler tarafından yeni yorumlarla değişikliğe gidilmiş. Örneğin, Ebu Hanife ve İmâm Malik zalim sultanlara itaati haram bilmişler ve verdikleri fetvalar bu yönde olmuş. Ayrıca bu düşüncelerinden dolayı zamanlarının sultanları tarafından zulme ve işkencelere maruz kalmışlardı. Hatta bu yüzden İmam Mâlik zindanda şehid edilmişti. Ancak ne üzücüdür ki, bu imâmlar adına mezhep sözcülüğünü üstlenen/ele geçiren İmâm Yusuf ve İmâm Muhammed gibi zevat saraylarda ki fetva makamlarına yerleşip mensubu bulundukları mezhep adına zalim sultanlara itaati vacip görmüşler. Böylece mezhep müntesiplerini zalim sultanlara itaat etmeye icbar etmişler. Zalim sultanlara itaati gerekli gören bir takım sözde alimler hakkında ("Mezhepsizler" isimli söz konusu eserde) yorum yapan bazı zevat şu talihsiz sözleri dile getirmektedir: "Mezhep kurucularının isabetsiz ve zayıf kaldıkları meselelerde kendilerinden sonra gelen İmâm Yusuf ve İmâm Muhammed gibi dirayet sahibi/kendilerinden daha güçlü alimlerin verdikleri isabetli ve sağlam fetvalarla mezheplerini tahkim etmiş olmaktadırlar." Allah aşkına şu yoruma bakar mısınız? Zalimlere itaati gerekli gördükleri için mezhep imâmlarından üstün bir dirayete sahip oldukları iddia edilmekte.

Sevgili Peygamberimiz buyuruyor ki: "Benim ümmetim için en korktuğum şey, saptıran önderlerdir."

 

Ali Erdem Koral

YORUMLAR

Mehmet Yüksek 1 yıl önce
Güzel açıklayıcı basiret dolu bir yazı kaleminize yüreğinize sağlık
Deniz 1 yıl önce
Eyvallah kardeş, güzel yazınız için teşekkürler.

REKLAM

İLGİLİ BAŞLIKLAR

REKLAM