Miladî 1978’in sonbaharıydı. İsviçre’de henüz yeniydim. Dünyada neler olup bittiğini öğrenmek için akşam haberlerini kaçırmamaya çalışırdım.. O günlerde Avrupa televizyonları hemen hemen her akşam İran halkının Şah rejimine karşı başlattığı sokak protestolarını gösterirdi. Bu durum kışın ortasına kadar sürmüştü. Yine bir akşam Şah Rıza Pehlevi’nin tedavi amacıyla Amerika’ya gittiğinin haberi veriliyordu. Aslında Şah’ın kaçtığı aleni olarak görülüyordu. Zira rejimin bütün baskı ve tutuklama furyasına rağmen halk sokak gösterlerinden geri adım atmıyordu. Şah’tan kısa bir süre sonra Başbakan Şahpur Bahtiyar da papuçları yağlayıp sırra kadem basmıştı. Buna rağmen Şahlık rejiminin kolluk kuvvetleri göstericilerin üzerine rastgele ateş ediyor, bir gün içerisinde onlarca ve hatta yüzlerce insan askerlerin silahlarından çıkan kurşunlara hedef oluyordu. Hatta ön saflarda olan kadın göstericilere de ateş ediliyordu. Kadınlar ise ellerindeki çiçek ve karanfilleri askerlere atıyordu.
Bu durum karşısında vicdan sahibi askerler emre uymamaya başlamış ve hatta saf değiştirenler oluyordu. Bu hengamede yani devrimden üç buçuk ay önce İmâm Humeyni kendisine yapılan “non persona graya” (istenmeyen adam) muamelesiyle Irak’ın Necef kentinden Paris’e geçmiş ve İmâm devrim sürecini oradan takip ve kontrol ediyordu. Günler böyle geçerken İran’da belirsizlik ve kaos ortamı daha da yoğunluk kazanmıştı.
Bütün bu keşmekeşliğe rağmen İmâm Humeyni İran’a gitme kararı alıyor. Şahlık rejiminin kalıntıları ise “eğer gelecek olursa uçağını düşürürüz” diye tehditler savuruyordu. İmâm bütün bu tehditlere aldırış etmeden 1 Şubat 1979 tarihinde Paris’ten Tahran’a Fransa Hava Yollar’ına ait uçakla geliyor. Tahran havaalanından şehitler mezarlığı Beheşt-i Zehra'ya kadar 30km boyunca yollar hınca hınç insan seli ile doluydu. Bu insanlar aşkla şevkle büyük haykırışlar içerisinde, “Amerika’ya ölüm, İsrail’e ölüm, kukla Şah’a ölüm” sloganlarıyla imâmlarını karşılıyorlardı.
Bu durum bütün dünyada adeta şok etkisi yapmıştı. Henüz devrim gerçekleşmemiş ve İmâm Humeyni İran’a gelmişti. Bu belirsizlik ve mücadele on gün daha sürmüş ve takvim yaprakları 11 Şubat 1979’u gösterdiğinde devrim nihai bir zaferle sonuçlanmıştı. Miladi 1963 yılından 1979 yılına kadar nice acılara, nice meşakkatlere katlanılarak devam eden ve binlerce şehid verilen devrimsel bir süreçti bu.. Nur Suresi’nin 55’nci ve daha nice ayetlerin müjdesi tahakkuk etmiş ve İran coğrafyasında İslâmi bir rejim bi iznillah kurulmuştu..
Nitekim İran’daki devrim domino etkisi yapacak endişesiyle ABD içimizdeki uzantılarına 12 Eylül 80 darbesini yaptırmıştı. Zira İran’daki devrimden önce Milli Görüş’ü temsil eden merhum Erbakan’ın kurduğu partiler mercek altına alınıp “laik rejimi yıkıp yerine şeriat düzeni getirecek” bahanesiyle defalarca kapatılmıştı. Kısaca ifade edecek olursak hem İslâm dünyası, hem emperyalist güçler İslâm adına İran’da bir devrim gerçekleşeceğini pek beklemiyordu.
Bu devrim en çok da ABD ve Siyonist İsrail’i rahatsız etmişti. Zira devrim lideri İmâm Humeyni’nin beyanatlarına baktığımızda, bütün dünyaya yönelik barış ve iyi komşuluk ilişkilerinden söz ederken, emperyalist ABD’yi “büyük şeytan” ilan edip, Siyonist İsrail’i, “İslâm coğrafyasına saplanmış bir hançer ve İslam ümmetinin bünyesinde bulunan bir kanser tümörü” olarak tanımlayıp, bu işgalci rejimin Filistin topraklarından mutlaka sökülüp atılması gerektiğini vurgulamış ve daha devrimin ilk gününden itibaren bu iki şer odağına düşmanlığını ilân etmişti.
Elbetteki İran’daki sömürü, talan ve tahakkümleri son bulan büyük şeytan ABD ve Siyonist İsrail boş durmayıp İslâm Devrimi aleyhinde her türlü fitne, fücur, suikast, askeri operasyon komplo ve propaganda faaliyetlerine girişmiş oldular. Bunların en belirgin olanları Jimmy Carter dönemindeki Tebes Çölü çıkarması ve Saddam’ın maşa olarak kullanılıp İran üzerine salınması. Ki bu tahmili saldırı savaşı 8 yıl sürmüştü. Bu savaştan bir netice alınamayınca değişik bahanelerle Türkiye’yi devreye sokmak istediler.
Hatırlayacağınız üzere Demirel’in cumhurbaşkanlığı döneminde ABD ve Siyonist İsrail’in perde arkasından tahrik ve kışkırtmalarıyla iki ülke arasındaki gerginlik öylesine had safhaya ulaşmıştı ki, tatbikat bahanesiyle iki ordu sınır boyunda karşı karşıya gelmişti. Siyonist güdümlü medya ise savaş çığırtkanlığı yapıp çirkin çirkin manşetler atmaktaydı. Şükür ki bu tahrikler karşısında merhum Erbakan hocamızın çabaları ile sağduyu galip geldi.
Elbette düşman boş durmuyordu Mossad tarafından birçok İranlı bilim adamının suikastele katledildi. Öte yandan ABD ve Siyonist İsrail ile iş tutan Vahabi Suud rejimi propaganda savaşını üstlenmişti. Birçok dilde basılan yalan, iftira ve tezvirat içerikli kitaplarla mezhep kışkırtıcılığı yapmaya koyuldular. Bütün Müslüman ülkelerde ve hatta Avrupa ve Amerika’da İslâm Devrimi’ni kötüleyen kitap ve broşürler ücretsiz olarak dağıtılıyordu. Özellikle devrimin ilk yıllarında bu kitaplar bazı vakıf ve dernek binalarında aleni olarak elden ele dolaştırılıyordu. Bu menfi propagandaların tesirinde kalan koca koca âlimler (!), cemaat şeyhleri vaaz ve hutbelerinde mezhebi saiklerden yola çıkarak devrimi ve devrim liderini kötülüyordu. Yok efendim onlar bidat ehliymiş, onlar Rafizi imiş, onlar Hz. Ali’yi peygamberden üstün görüyorlarmış, ellerinde farklı Kûr’ân varmış, sünneti inkar ediyorlarmış; onlar dört hak mezhebin dışındaymış, onlar sahabeye küfrediyormuş, onlara kız verilmezmiş, Hıristiyan ile evlenilirmiş ama bir Şiî ile asla evlenilmezmiş. Koşul ve şartları göz önünde bulundurmadan meşru bir nikah türü olan (hem Resulullah zamanında, hem birinci halife döneminde, hatta ikinci halife zamanında uzun bir dönem uygulanan fakat sonra yasaklanan) Muta’yı “saatlik fuhuş nikahı” diye yaftalamak gibi tezviratlar gırla gidiyordu.
Oysa bu yöntemin Sünni Arap ülkelerinde uygulanmakta olan “jigolo - misyar nikahı” ile hiçbir alakası ve benzerliği yok. Buna benzer daha birçok iftira ve ithamlarla İslâm Devrimi henüz neşvü nema bulmadan, henüz serpilmeden beşiğinde boğulmak istendi.
Avrupa’da ise büyük alışveriş merkezlerinin önünde (bizzat tanıklığımla) devrim kaçkını İranlı münafıklar ellerinde broşürlerle menfi propaganda yapıyorlardı. ABD ve Siyonist İsrail beslemesi olan bu İslâm düşmanlarıyla farklı semtlerdeki AVM’lerin önünde defalarca karşılaşmıştım. Özellikle Türkiyeli Müslümanlara Azeri lehçesiyle çirkin propagandalar yapmaya çalışıyorlardı. Söyledikleri de şuydu: “iran’da demokrasi yohtur, İran’da özgürlük yohtur. Bak şimdi sen hanimini alıp restoranta gidiyon şarabini içebiliyırsın. İstediğiniz gibi diskoteklere, gece klüplerine gidip eğlenebiliyorsuz. İran’da bunlar yasahtır, yohtur.” Bir keresinde yanımdaki arkadaşım dayanamayıp, “Yahu bu saydıklarınız İslâm dininde haram. Amerika ve Siyonist İsrail’in uşağı olan Şah’ın döneminde fuhuş, zina, içki ve kumar gibi kötülükler aleni olarak işleniyordu; devrim ile birlikte bu kötülükler ortadan kaldırıldı. İslâmi yasalara uygun bir yönetimden neden memnun değilsiniz, neden rahatsız oluyorsunuz, yoksa siz Müslüman değil misiniz?” diyerek onları azarlayıp kovdu...
Kısaca ifade edecek olursak devrimin ilk yıllarında, dünyanın hemen hemen her yerinde İslâm Devrimi ve bu devrimin mübariz lideri İmâm Humeyni aleyhinde menfi propagandalar yapıldı. Ki hâlâ bu tezvirat ve iftiralar (düşük yoğunlukta olsa da) bugün de devam etmektedir. O günleri hatırlıyorum, Türkiye’de yayın yapan en büyük ulusal gazeteler gün geçmiyordu ki İran ile ilgili iftira ve karalama içerikli bir haberi manşetlerine taşımasınlar.
Bir de köşe yazarlarının öylesine çirkin iftira ve ithamları vardı ki tarifi mümkün değil! Hatta üzülerek ifade etmiş olalım, dini hassasiyeti olduğunu bildiğimiz bazı gazete ve dergilerde de İslâm Devrimi’ne yönelik iftira ve karalamalar gırla gidiyordu. Bütün bu iftira ve tezviratlardan sonra sonra elbetteki insanlarımızın zihninde olumsuz anlamda bir ön yargı oluşmuştu. Bu yapılanlar algı operasyonundan başka bir şey değildi. Maksatları İslâm devrimine karşı halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmekti. İmâm Ali buyuruyor ki: “İnsan bilmediğinin düşmanıdır.” Ne yazıkki öteden beri Şia fıkhı, “İsna aşeriye” (12 imâm) inancı ve Kûr’ânî bir hakikat olan Ehl-i Beyt akidesi hakkında bilgisi olmayan Sünni Müslümanların büyük çoğunluğu bu menfi propagandaların tesirinde kalarak İslâm Devrimi’ne ve bu devrimin izzetli lideri İmâm Humeyni’ye düşman kesilmişlerdi.
Bir kısım cemaat lideri ve bazı cami imamları gündemlerine almayarak yok saymaktadırlar. Örneğin İmam Humeyni’nin talimatıyla devrimin ilk yıllarından beri her Ramazan ayının son cuması gündeme getirilip çeşitli etkinlikler yapılan “Kudüs Günü” programları ne yazıkki birçok Sünni cemaatler tarafından gündeme alınmamakta ve hutbelerde anlatılmamaktadır. Üstelik bu “Kudüs Günü” etkinliği adı üzerinde Filistin davası ile alakalıdır. İran’ın iç meselesi de değildir. Ama “onlar Şiî, onların Kudüs’ü, Filistini gündeme getirmelerinden bize ne?” diyebilmektedirler. Günümüzde bile bu yok sayma tutumu devam etmektedir.
Sadece bununla kalınsa “neyse” diyebiliriz, fakat Ehl-i Beyt düşmanlığı ile bilinen Emevî - Vahabi zihniyetinin tesirinde kalan cemaat liderleri mezhep kışkırtıcılığı yaparak, yukarıda örneklerini verdiğimiz çerçevede mütemadiyen İslâm Devrimi’ni kötülüyor, kötülemeye devam ediyor. Bu ötekileştirme ve kötülemelerin tesirinde sadece avam değil koca koca siyasiler de kalmaktadır. Hatırlarsınız bu ülkede cumhurbaşkanlığı yapmış olan Turgut Özal, Azerbaycan’a Ermenlerin saldırmasından sonra Türkiye kamuoyunda bir yardım beklentisi olması üzerine, mezhep üzerinden ötekileştirici bir üslupla “Onlar Şiî” ifadesini kullanarak gerekli yardımdan inhiraf etmişti. Özal’ın bu talihsiz beyanı üzerine Türkiye medyası bir hayli gündem oluşturmuş ve Türkiye vatandaşı olan Azeri - Caferiler derin bir sükut-u hayale uğramışlardı. (Şahsım adına ifade edecek olursam bir Müslüman olarak ben de bu talihsiz beyanattan rahatsız olmuştum ve bu tutuma bir reddiye olarak şiir yazmıştım.)
Hatta sokak nümayişleriyle, protesto ve mitinglerle yetinmeyelim, silaha sarılarak bu rejimi yer ile bir edelim, akabinde de İslâm devletini kuralım.” Fıkhi konuda az bir kafa yormadan bu işe bodoslama dalan cihat ve şehadet aşkıyla yanıp tutuşan gençlere gün doğmuştu. Zaten öbür tarafta huriler hazır bekliyordu! Yıllarca Afganistan ve Çeçenistan’da Rus işgalcilere karşı savaşan örgüt elemanları bindirilmiş kıtalar hâlinde Suriye’ye sevk edilmeye başlanmıştı bile. Bunun akabinde Türkiye dahil olmak üzere birçok İslâm ülkesinden de savaşa ve insan öldürmeye teşne gençler gönüllü olarak Suriye’ye akın akın gittiler. Özellikle Avrupa’dan gidenler arasında geçmişte uyuşturucu bağımlısı ve kriminall vakalara karışmış, suç dosyası kabarık fakat bir şekilde cami cemaatine intisap etmiş gençler, içlerindeki şiddete meyyal duygularını tatmin etmek için Suriye’deki örgütlere katılıp en acımasız yöntemlerle katliamlara giriştiler.. Ve bu yaptıkları insanlık dışı vahşeti Allah’ın rızasını umarak ve tekbirler getirerek yapıyorlardı.
Ne yazıkki İslâm dünyasında âlim diye geçinen ve büyük bir dini kurumun başında olan Yusuf el Kardavi gibi şahıslar verdikleri fetvalarla bu hunharca işlenen cinayetleri onaylıyor ve gençleri bu kirli savaşa katılmaya teşvik ediyorlardı. Oysa gerçek İslâm alimi çok iyi bilir ki yüce dinimiz Müslüman bir coğrafyada (İslâmi olmayan bir rejim de olsa) silahlı kalkışma caiz değildir. Fakat bu işin bir başlatıcısı vardı, o da Suud aşiretinden başkası değildi.
Öyle ki, Suud rejimi İngilizlerin kışkırtmalarından ve İngiliz ajanı Lawrens’in entrikalarından yola çıkarak, “Osmanlı mürtet olmuştur, onlara karşı savaşmak vaciptir” fetvasını yayınlayarak Osmanlı’yı en zor ve en zayıf zamanında yani yedi düvel haçlı ordularına karşı savaştığı yıllarda arkasından hançerlemişti. İşte o meşhur Vahabi fetvası ABD ve Siyonist İsrail’in talebi üzerine Suriye’de tekrar devreye sokuldu.
Yok şimdi yaşananlar kast etmiyoruz, 1982 yılında yaşananları zikrediyoruz. Şaşırdınız değil mi? Hama katliamının perde arkasını biliyor muydunuz? Bilindiği üzere merkezi Mısır’da bulunan “İhvan-ı Müslimin” (Müslüman kardeşler) örgütü İslâmi cemaatler arasında en itidalli yapılardan biridir. Kurucusu şehid Hasan el Benna’dır. Bu örgütün birçok Arap ülkesinde kolu ve üyeleri vardır. Şiddet eylemlerinden uzak bir sivil toplum kuruluşudur. İlmi çalışmalarla maruftur. Müntesipleri arasında çok sayıda avukat, doktor, mühendis ve yüksek seviyede akademisyenler vardır. Hatta uzun süre Mısır barosu bunların elindeydi. Ancak 80’li yılların başında İhvan-ı Müslimin’in Suriye koluna bir takım radikal selefi-vahabi unsurlar sızmıştı. Bunlar kendilerine Hama kentini üs edinip gizliden gizliye gençleri “cihad” adı altında motive etmeye çalışıp, bir taraftan da silah tedarikine girişmişlerdi. İş fetvaya gelmişti. Evet vahabi alim müsvetteleri fetva vermişlerdi vermesine de İslâm dünyasından tepki almamak için “bir de Milli Görüş lideri Erbakan’a gidip durum değerlendirmesi yapıp fetva alalım” dediler.
İhvan-ı Müslimin örgütünün Hama kolundan bir heyet Merhum Erbakan’ı ziyarete gelip niyetlerini ibraz ediyorlar. Erbakan onlara rejim gayri İslâmi de olsa Müslüman bir ülkede silahlı kalkışmanın asla caiz olmadığını, kurşun sıkılacak kişilerin asker ve polis de olsa Müslüman halkın evlatları olduklarını, isimlerinin de Müslüman ismi olduğunu belirterek asla böyle bir işe kalkışmamalarını tavsiye ediyor. Bunlar büyük bir moral bozukluğu ve büyük bir sükut-u hayal içerisinde Erbakan’ın huzurundan ayrılıp doğru soluğu merhum Humeyni’nin yanında alıyorlar. Merhum İmâm Humeyni de tıpkı Erbakan gibi onlara nasihatlerde bulunup, İran’da yaşanan devrim sürecinden örnekler vererek asla silaha sarılmamalarını söylüyor. Sonunda heyet boş elle Suriye’ye dönüyor. Ayrıca bu kişiler silahlı kalkışmaya niyetlendiklerinde İhvan-ı Müslimin örgütünün Mısır’daki merkez bürosundan da fetva alamamışlardı.
Ama Suud menşeli vahabi alimler nasıl olsa fetva vermişlerdi. Onlar da bu fetvadan yola çıkarak plânlar yapıp gençlerin ellerine tutuşturdukları silahlarla bir gece ansızın askeri garnizon, emniyet birimleri ve polis karakollarına yönelik silahlı saldırıya geçmiş oldular. Sabah olduğunda bu saldırılarla da yetinmeyip şehirdeki bütün kamu kurumlarına baskınlar düzenleyip asker, polis, memur ne varsa acımasızca tarıyorlar, canlı yakaladıklarını da oracıkta infaz ediyorlar. Bu silahlı grup birkaç gün içerisinde Hama’da kontrolü tamamen ele geçirip şeriatı ilan etmişti. Fakat diğer şehirlerdeki örgüt üyeleri bu kalkışmaya iştirak etmemiş veya edememişti. Suriye de Hama’dan ibaret değildi. İki hafta sonrasında Hafız Esat şehri ele geçiren militanlara teslim ol çağrısı yapmış fakat militanlar teslim olmaya yanaşmamıştı. Bu sefer Hafız Esat tank birliğini şehrin etrafına konuşlandırarak ateş emrini veriyor. Sonuç olarak yüzlerce kişinin öldüğü meşhur “Hama Katliamı” tarih sayfalarında yerini alıyor.
Bu olay karşısında bütün dünyadan Suriye rejimine tepkiler yağmıştı. Bu hadiseden dolayı İran’da öfkeli gençler Suriye konsolosluğunu basarak ateşe vermişlerdi.. Açıkça ifade edecek olursak bugüne kadar Hama katliamı bize tek taraflı olarak anlatıldı. Evet Hafız Esat suçlu fakat silahlı eyleme fetva veren ve o kadar insanın ölümüne sebep olan o vahabi zihniyetli alimlerin hiç mi suçu yok? Merhum M. Akif Ersoy, “Eğer ibret alınsaydı tarih tekerrür mü ederdi?” diye soruyor. Ne yazıkki ibret alınmadı. Bu sefer 2011 yılına gelindiğinde Arap Baharı bahanesiyle aynı fetvadan yola çıkarak (ABD ve Siyonist İsrail adına) oğul Esat’a karşı silaha sarıldılar. Oysa oğul Esat babasının ölümü üzerine iktidarı ele aldığında Hama katliamından dolayı kalbi kırık olan halkın gönlünü almak için yasal düzenlemelere gidip mevcut sosyalist Baas anayasasına (Hanefi fıkhına uygun olarak) evlenme, boşanma ve miras hukukunu yerleştirmiş. Ana okulundan üniversiteye kadar bütün kamu kurum ve kuruluşlarında başörtüsüne ve İslâmi kıyafete serbestlik getirmişti. Ayrıca Kur’an kurslarına ve dini kurum ve vakıflara da serbestlik getirmişti.
Suriye rejiminin bir başka özelliği ise 22 Arap ülkesi içerisinde Filistinli on küsur silahlı örgüte ofis açma, faaliyette bulunma imkanı sunan ve İran’dan gelen silah sevkiyatına aleni olarak yardımcı olan tek ülkedir. Suriye rejimi ve bu rejimin başındaki Beşşar Esat Filistinli silahlı örgütlere ev sahipliği yaptığı ve İran’dan silah tedarikinde bulunduğu için ABD, Siyonist İsrail ve bunların kuklası olan Suud rejimi tarafından hedef tahtasına oturtularak silahlı terör örgütlerini devreye soktular. İran yapmış olduğu silah sevkiyatından dolayı Suriye ile yapmış olduğu anlaşmalardan mütevellit adeta bu ülke üzerinden koruyuculuk ve garantörlük üstlenmişti.
Hatta İran Suriye ile öyle bir anlaşma yapmıştı ki, “bu ülkeye saldıran bir başka ülke İran’a saldırmış olacaktı. İran bu anlaşmaya riayet ederek Suriye’nin toprak bütünlüğüne sahip çıkma adına (çok daha önceleri Suriye ile askeri anlaşmaları olan) Rusya ile işbirliği yaparak terör örgütlerine karşı mücadeleye girişmesi üzerine İslâm adı altındaki bazı cemaat ve mahfillerin şimşeklerini üzerine çekmiş oldu. “Vay efendim gayri İslâmi bir rejime sen nasıl arka çıkarsın. Bu silahlı örgütlere neden engel oluyorsun, bak bunlar şeriatı getirecek ve zulüm bitecek. Sen İslâm’dan yana, sen Müslümanlardan yana değil misin? Beşşar denilen zalim zaten Nusayri yani Müslüman bile değil. Sen nasıl olur da böyle bir rejime sahip çıkarsın?” gibi bir sürü ithamlardan sonra İslâmi kesimin en büyük gazetelerinden biri “Ha İsrail, ha İran” yaftasını büyük puntolarla manşetine taşıyor..
Bir de 1982 yılından 2000 yılının 25 mayısına kadar 18 yıl boyunca eğitip donatarak Siyonist işgalcilere karşı savaştırdığın o Hizbullah yok mu, bir de onları da yedeğine alarak bizim Esat zalimine karşı savaşan IŞİD, el Kaide, el Nusra gibi mücahit (!) savaşçılarımızın üzerine saldın. Hizbullah bir devlet değil, ama askeri yapısıyla ve sosyal hizmetleriyle devletten daha güçlü. O Siyonist İsrail’i güney Lübnan topraklarından kovduğu gibi hemen yapım, onarım ve inşa hizmetlerine koyuldu, “önce komşu” diyerek “müellefe-i kulub” kapsamında yöredeki Hıristiyan köylerine imar ve bayındırlık adına her türlü hizmeti götürdü.
Hıristiyanlar neden Hizbullahı bu kadar seviyor ve Julia Boutros gibi Hıristiyan sanatçılar Hasan Nasrallah’a övgüler yağdırıp neden türküler söylüyor anladınız mı? Seyyid Hasan Nasrallah’a atfen türküde nakarat olarak söylenen söze bir kulak kesilin lütfen: “Vaad-ü sadık, eşref insan” (sözünde duran şerefli insan). Onun izzet ve şerefini Hıristiyanlar gördü ama nice Müslümanım diyenler göremedi ne yazıkki!
Senin suçun büyük İran! Senin ne işin var Filistinle, sana ne Lübnan’dan, sana ne Suriye’den, sana ne Irak ve Yemen’den?! Muhammedî ahlâk ve Muhammedî bir şuurla durumdan vazife çıkarıp nice civanmert evlatlarını din kardeşlerine yardıma yolladın, cepheye sürdün ve bir çoğunu şehid verdin. Senin suçun büyük! Sen ki en değerli evlatlarını, en değerli generallerini bu yolda feda ettin, hak uğruna, ilahî rıza uğruna nice bedeller ödedin. “Gören göz buğulu ise her şey buğulu görülür” misali, sana buğulu gözlerle bakıyorlar, sana kem gözle bakıyorlar. İşin zor senin. Seni bu ümmet nasıl anlasın? Hak ile batılı birbirinden ayrıt edemeyecek seviyedeki mümeyyiz olmayan ümmet seni nasıl anlasın?
Senin sınavın bu! İşin çok zor İran! Sen devrimin ilk gününden beri Sünni Filistin davasına en büyük desteği verdin. Filistin adına Hizbullah eli ile 18 yıl Siyonist İsrail’e karşı savaştın. Senin eğitip donattığın Hizbullah tarihinde ilk defa Siyonistleri hezimete ve yenilgiye uğrattı. Yok canım bunlar hikaye! Bak koca koca eli kalem tutanlar ne diyor: “Yahu İran’ın İsrail’e efelenmesine bakmayın, İran bugüne kadar İsrail’e bir taş bile atmamıştır. İran’ın atarlanması danışıklı dövüşten başka bir şey değildir!” Evet sevgili okurlarım İran’ın ümmetle sınavı sadece bundan ibaret değil. Bakınız Bosna savaşında Sünni kardeşleri için nice evlatlarını şehid verdiler. Kendileri ekonomik dar boğazda olmalarına rağmen Afganistan’a 100 bin tondan fazla gıda yardımında bulundular. Arakan’a da aynı hassasiyetle yüklü yardımlarda bulundular. Peki bütün bunları mezhebi saikle mi yaptılar? Gözlemleyebildiğimiz kadar, devrimin ilk gününden beri, dünyanın neresinde olursa olsun bütün mazlumlara yardım elini uzatılar. Hatta Venezuella, Colombia, Bolivya ve Peru gibi gayri müslim Güney Amerika ülkelerine bile “müellefe-i kulub” kapsamında yardımlarda bulundular. En son Venezuella’da traktör fabrikası bile kurduklarına tanık olduk. Öte yandan birçok Afrika ülkesinde bayındırlık hizmetlerinde bulunduklarını biliyoruz.
Yıllar önce İsviçre’de iken bir televizyon kanalında izlemiştim Sudan’daki bayındırlık hizmetlerini.. Akarsular üzerine kurdukları baraj ve sulama sistemleri ile on binlerce hektar çölleşmiş verimsiz arazileri mümbit verimli topraklara dönüştürmüşlerdi. İran’ın birçok Müslüman ülkede sağlık sektöründe hizmet verdiğini biliyor muydunuz? Neyse, bilmeseniz de olur! Çünkü sizin nezdininizde İran Suriye’de sınıfta kaldı! Değil mi ki, terör örgütlerine yardım etmedi, onlara değil de Esat’a arka çıktı onun suçu büyük! İran Suriye ve Filistin halkının maslahatını düşünerek adım atması ve o ülkeyi şeriat adına insanlık dışı katliamlar yapan haydutlar sürüsüne teslim etmek istemeyişi ümmetin bir kesimi nezdinde büyük bir suç olarak addedildi. İran’ın ümmet ile sınavı bu, biz ne yapabiliriz ki?
Bir de İran’ın Irak’a yaptığı yardımlara bakın! Ki o Irak Saddam döneminde İran’a saldırmış ve 8 yıl süren bu saldırı savaşında zalim Saddam (savaşın başlatıcısı olarak) her iki taraftan 500 bin insanın ölümüne sebebiyet vermişti. ABD Irak’ı işgal edince Saddam’ın işi bitirilmiş ve bu ülke birilerinin deyimi ile altın tepside İran’ın eline verilmişti. Halbuki öyle değil, zira işgalci ABD’ye karşı bizzat askeri operasyonlar düzenleyerek onları oradan kovarak inisiyatifi ele almıştır. Kimse kimseye bir ülkeyi altın tepsi içinde düşmanına teslim etmez. Hele ki ABD gibi İran’ın azılı düşmanı bir ülke bunu hiç yapmaz, ama varsın birileri öyle demeye devam etsin! İran nice bedeller ödedikten sonra Irak üzerine garantörlük hakkı ve imtiyazlar kazanmış oldu.
Unutmayalım ki, Suriye’de olduğu gibi Irak’a da ABD ve Siyonist İsrail’in beslemesi IŞİD, el Kaide, el Nusra gibi terör örgütleri insalık dışı katliamlardan sonra birçok bölgeyi kontrol altına almıştı. Irak güçleri ise bu terör örgütlerine karşı mukavemet edemeyecek duruma düşmüştü. Irak toprakları tıpkı Suriye gibi “Arz-ı Mevut” (!) kapsamında olduğu için Siyonist İsrail terör örgütlerini silah, mühimmat ve maddi yardımlarla desteklemesi Irak rejiminin işini zorlaştırıyordu. İran böylesi bir yapılamaya fırsat vermemek için, yani bölgedeki jeopolitik dengelerin bozulmaması adına devreye girip takviye olarak General Kasım Süleymani’nin komuta ettiği birliği Irak’ın imdadına göndermiş oldu. Zorlu bir mücadeleden sonra Irak toprakları da bi iznillah bu canavar sürüsü terör örgütlerinden temizlenmiş oldu...
Ali Erdem