Washington,
İran'a yönelik uzun vadeli savaş kavramının 11 Eylül'den hemen sonra Pentagon
tarafından popülerleştirilmesinden çok daha önce, İran'a karşı uzun vadeli bir
savaş başlatmıştı. Bu savaşın ilk adımı, demokratik olarak seçilen Musaddık
hükümetinin 1953 yılında darbe ile devrilerek yerine Şah diktatörlüğünün
getirilmesiydi. 40 yıl önce İslam Devrimi, Fars Körfezi'nde imtiyazlı bir
Amerikan “jandarması” olarak hüküm süren Şah'ı devirene kadar bu süreç tüm
yoğunluğuyla sürüyordu.
Ancak bu konu
jeopolitiğin çok daha ötesine uzanıyor. Şiiliğin kompleks yapısını ve popüler
çekiciliğini kavrayabilmek, ciddi akademik araştırmalar ve Güneybatı Asya'daki
çeşitli kutsal bölgelere (Necef, Kerbela, Meşhed, Kum, Seyyide Zeyneb'in Şam
yakınlarındaki türbesi) gerçekleştirilecek ziyaretler olmaksızın mümkün değil.
Ben kişisel olarak 90'ların sonundan bu yana bu bilgi yolunu yürüyorum ve hâlâ
bu yolun mütevazı bir öğrencisiyim.
Tamamen Batı
hâkimiyetinde kalmış veya propaganda esiri olmuş bu çok önemli kültürel konu
üzerine bilinçli bir tartışma başlatabilmek için, ilk yaklaşım ruhuyla,
öncelikle üç önde gelen araştırmacının ilk izlenimlerini sordum.
Bu
araştırmacılar, Tahran Üniversitesi'nden Oryantalizm uzmanı Profesör
Muhammed Marandi, Blake Archer Williams müstear
ismiyle yazan Şia teolojisi uzmanı Araş Necefzade ve
diğer niteliklerinin yanı sıra en iyi İtalyan İslambilimci, yazar, Arap
topraklarındaki gezilerini ayrıntılarıyla anlattığı büyüleyici Harem kitabının
sahibi, Sicilyalı olağanüstü prenses Vittoria Alliata.
(https://www.youtube.com/watch?v=mDUl0gqvh9M&t=910s)
İki hafta
önce, Sicilya'daki Villa Varguarnera'da Prenses Vittoria'nın misafiriydim. IŞİD
ve El-Kaide/ El-Nusra terörüne karşı gerçek mücadelenin önde gelen iki Şii
savaşçısı İranlı General Kasım Süleymani ve Iraklı Haşdi Şabi lideri Ebu Mehdi
El-Mühendis'in Bağdat Havalimanı yakınlarında insansız hava aracı saldırısı ile
öldürülmelerinden yalnızca birkaç saat önce, kendisiyle ana konularından biri
de ABD-İran olan uzun ve kapsamlı bir jeopolitik tartışmaya dalmıştık.
Şehitlik mi Kültürel Rölativizm mi?
Profesör
Marandi, bu konuda şu açıklamayı sunuyor: “Şiiliğe yönelik mantık dışı Amerikan
nefretinin temelinde, Şiiliğin özünde yer alan adaletsizliğe karşı direniş ruhu
bulunuyor. Şiiliğin, Kerbela olayı ve İmam Hüseyin'in duruşunun izinde, ezileni
korumayı ve savunmayı; ezenin karşısında durmayı esas alan tavrı, ABD ve Batılı
egemen güçlerin tolere edebileceği bir şey değil.”
Blake Archer
Williams bana, şu anda yayınlanmış bulunan ve tamamını http://thesaker.is/a-reaction-from-tehran-to-the-martyrdom-of-general-qasem-soleymani/ buradan
okuyabileceğiniz bir yanıt yolladı. Yanıtın, kutsalın gücüne de değinen şu
bölümü, Şiilikteki şehitlik kavramını Batı'nın kültürel rölativizminden ayıran
uçurumun altını açıkça çiziyor:
“Bir Müslüman
için hiçbir şey, Allah yolunda savaşırken şehit olmaktan daha şanlı değildir.
Kasım Süleymani, Irak halkının, ülkelerinin kaderinin kontrolünü kendi ellerine
alabilme bilincine ulaşabilmeleri için yıllarca savaştı. Irak parlamentosunun
kararı onun bu amaca ulaştığını gösterdi. Onun bedeni bizden alındı; ancak ruhu
bin kat daha büyüdü ve şehitliği sayesinde nurunun parçaları tüm Müslüman
erkek, kadın ve çocukların kalplerine ve zihinlerine yerleşerek onları şeytani Novus
Ordo Seclorum'un kültürel rölativistlerinin zombi-kanserine
karşı koruyacak.”
[bir tartışma
noktası: Novus Ordo Seclorum ya da Saeculorum “Yeni Dünya Düzeni” anlamına
gelir, Ortaçağ'da Hristiyanlar tarafından Hz. İsa'nın gelişinin bir kehaneti
olarak görülen ünlü bir Virgil şiirinden alınmış bir ifadedir. Bu noktada
Williams şu yanıtı verdi: “İfadenin etimolojik temeli hâlâ geçerliliğini
koruyor; ancak bu ifade Oğul Bush tarafından bugün hâlihazırda hâkim olan
küreselci Yeni Dünya Düzeni kabilesinin temsili olarak kullanılmak üzere ele
geçirildi.”]
Vahhabilik Tarafından Köleleştirilme
Prenses
Vittoria, tartışmayı ABD'nin Vahhabilik'e yönelik hiç sorgulanmayan tavrı
temelinde ele alıyor.
İLERİ OKUMA: Trump, Toplumsal Hayal Gücü ve İslamofobi (https://www.globalresearch.ca/trump-public-imagination-and-islamophobia/5587056?utm_campaign=magnet&utm_source=article_page&utm_medium=related_articles)
“Bu durumun
Şiilikten nefret etmek veya onu görmezden gelmekle bir ilgisi olduğunu
düşünmüyorum. Her şeyden önce, İslam dünyası için bir nevi Dalai Lama olan Ağa
Han, ABD güvenliği dahilinde oldukça yerleşik bir figürdü. Tüm dünya Sünnileri
için Şiilikten çok daha fazla sapkın olan Vahhabilik ve Suud Hanedanlığı, ABD
yönetiminin İslam'la tek teması. Bu noktada, Vahhabilik ve Suud hanedanının
şeytani tesirine inanıyorum. Suudiler, başta Müslüman Kardeşler olmak üzere,
hepsi Vahhabilik zemininde inşa edilmiş daha pek çok Selefilik formunu finanse
etti.”
Prenses
Vittoria ayrıca şöyle dedi:
“Şiiliği
açıklamak için çok fazla uğraşmayacağım; bunun yerine Vahhabiliği ve yıkıcı
sonuçlarını açıklamaya çalışacağım. Vahhabilik, İslam dünyasında pek çok
ekstremist yapının yanı sıra revizyonizm ve ateizmi de doğurdu. Ayrıca
türbelere ve Sufi liderlere yapılan saldırıların da temelini oluşturuyor. Ve
tabii ki Siyonizm'e oldukça yakın. Hatta Suud Hanedanlığının, Hazreti Muhammed
tarafından aradaki barış anlaşmasına rağmen kendisini öldürmeye çalıştıkları
için Medine'den sürülen Yahudi dönmesi bir kabilenin devamı olduğunu ortaya
koyabilecek nitelikte belgelere ulaşan araştırmacılar dahi mevcut.”
Prenses
Vittoria ayrıca şu gerçeği de vurguladı:
“İran ve Ortadoğu'daki Şii gruplar bugün ABD'ye başarıyla karşı
koyabilen tek direniş güçleri ve bundan ötürü, diğerlerinden çok daha fazla
nefret odağı oluyorlar; onların Sünni karşıtları ise eninde sonunda yok edilmiş,
öldürülmüş veya ehlileştirilmiş durumda -Cezayir'i düşünün, fakat daha onlarca
örnek var. Bu tabii ki benim kişisel yorumum değil, bugün çoğu İslamolog bu
düşüncede.
Kutsala Karşı Küfür
Williams'ın
Şii teolojisi ile ilgili muazzam birikimini ve Batı felsefesi alanındaki
uzmanlığını bilerek onu kelimenin tam anlamıyla “hassas yerlere dokunan,
damardan” bir cevap vermesi için kışkırttım. Şöyle dedi:
“Amerikalı
politikacıların Şii İslam'ı (ya da bu bağlamda genel olarak İslam'ı) neden
anlayamadıkları sorusu, basit bir soru: kontrolsüz neoliberal kapitalizm
oligarşiyi doğurur ve oligarklar, kendi çıkarlarını temsil edecek adayları, bu
adayların cahil yığınlar tarafından seçilmesinden önce seçerler. Trump gibi
popülist istisnalar zaman zaman ortaya çıkabiliyor (ya da Ross Perot örneğinde
olduğu gibi baskıyla saf dışı ediliyorlar) ancak Trump dahi oligarklar
tarafından itham ve görevden alma tehdidiyle kontrol altında tutuluyor. Yani
görünüşe göre demokrasilerde politikacıların rolü bir şeyleri anlamaya çalışmak
değil, ‘elit' sahipleri tarafından kendilerine verilen görevleri yerine
getirmek.”
Williams'ın
“damardan” yanıtı, uzun ve karmaşık bir metin. Bu nedenle, ancak tartışmamız
derinleştiğinde metnin tamamını -olası çürütmelerle birlikte- yayınlayacağım.
Özetlemek gerekirse, Williams yanıtında Batı felsefesindeki iki ana eğilimi;
dogmatizim ve septisizmi genel hatlarıyla açıklayarak tartışıyor, “Antik Çağın
kutsal teslisinin aslında, Yunan şehir devletlerini ve Yunan dünyasını genel
olarak Sofistlerin dekadanlığından korumaya çalışan ikinci dalga dogmatizm”
oluşunun ayrıntılarına değiniyor, ayrıca Rönesans ile başlayan ve 17. yüzyılda
Montaigne ve Descartes ile zirveye ulaşan “üçüncü dalga septisizm”e giriyor ve
bu konular ile Şii İslam, Batı'nın Şii İslam'ı anlamaktaki başarısızlığı
arasında bağlantılar kuruyor.
Bu nokta onu
“meselenin kalbine” götürüyor:
“Dogmatiklerin
ve septiklerin üzerinde üçüncü bir seçenek, üçüncü bir entelektüel akım var,
felsefi değil, gelenekselin geleneği: Şii âlimler. “
Ardından, bu
akımı septiklerin son gayreti ile karşılaştırıyor:
“Descartes'ın
kendisinin de itiraf ettiği gibi, rüyalarına gelen ‘cin' ‘Yöntem Üzerine
Konuşma' (1637) ve ‘İlk Felsefe Üzerine Meditasyonlar'ı (1641) yazması sonucunu
doğurmuştur. Batı, hâlâ darbe almış ve sarsılmış halde çırpınıyor, akıl ve duyu
ile bağını koparmaya karar vermiş gibi görünüyor (Kant akıl ve duyuyu
uzlaştırmak için boşuna çalıştı; işleri bin kat daha kötü, karmaşık, içinden
çıkılmaz duruma getirdi.) ve post-modernizm olarak bilinen irrasyonalizmin
kendini olumlayan formu (aslında ultra-modernizm veya hiper-modernizm denmesi
daha doğru çünkü en az erken modernizm ve modernizmin aslı kadar Kartezyen
‘Subjektif Dönüşüm'den ve Kantçı ‘Kopernik Devrimi'nden temel almıştır) içinde
debelenip duruyor.”
Oldukça
karmaşık bir zinciri özetlemek gerekirse:
“Tüm bunların
anlamı şu ki, iki medeniyet dünya düzeninin nasıl olması gerektiği konusunda
tamamen farklı iki görüşe sahip. İran, dünya düzeninin her zaman ve gerçekte
olduğu gibi -sevsek de sevmesek de hatta bir gerçeğin olduğunu kabul etsek de
etmesek de (Batı'daki bazı insanların kabul etmeyeceği gibi) - olması
gerektiğine inanıyor. Seküler Batı ise yeni dünyevi düzene (öteki dünya veya
ilahi düzenin karşıtı) inanıyor. Bu nedenle, bu bir medeniyetler çatışmasından
ziyade küfür ile kutsalın çatışması; her iki medeniyet dahilinde de kutsal
unsurlar ve onların karşısına dizilmiş küfür unsurları bulunuyor. Bu savaş,
insanın kendi türdeşi başka insanların elinde sömürüldüğü, Tanrı'nın adaletine
kısa vadeli ya da dünyevi yararlar için isyan edilen küfür düzenine karşı
kutsal düzenin savaşı.”
Dorian Gray'e atıf
Williams bu
soyut kavramları daha iyi açıklayabilmek için somut bir örnek sunuyor:
“Sorun şu ki,
19. ve 20. yüzyıllarda Üçüncü Dünya'nın Batılı güçler tarafından sömürülmesinin
adaletsiz ve ahlaksızca olduğu bugün herkes tarafından bilinirken aynı sömürü
bugün de devam ediyor. Bu korkunç adaletsizliğin sürekliliği, İran ile ABD
arasında var olan ihtilafın nihai dayanağıdır. ABD sömürgeci pratiklerine devam
ettiği; hamiliğini üstlendiği, yönettikleri toplumlar tamamen kendilerine
karşıt konumlanmasına rağmen, yalnızca ABD'nin zorba varlığı ve yardımı ile
hayatta kalabilen hükümetlere, halkın değil ABD'nin çıkarları temelinde varlık
göstermeye devam etmeleri için destek verdiği sürece bu ihtilaf kaçınılmaz
biçimde hep olacaktır. Bu, Üçüncü Dünya'da adaletin ve özerkliğin tesis
edilebilmesi için verilen ruhani bir savaştır. Batı, kendi gözünde kendini iyi
görmeye devam edebilir çünkü [dünya söyleminin] gerçeklik stüdyosunu kendisi
kontrol ediyor. Ancak Batı'nın gerçek görüntüsü herkesin görebileceği kadar
açık, her ne kadar Batı kendini Oscar Wilde'ın tek romanı Dorian Gray'in
Portresi'nin genç, yakışıklı ve kusurları, günahları yalnızca portresinde
görülen başkarakteri Dorian Gray gibi görse de. Nitekim, Batılı Dorian Gray
kendini BBC, CNN ve The
New York Times'ta tasvir edildiği gibi görse bile, üçüncü dünyanın
her gün gördüğü portre gerçekleri yansıtıyor.”
“Batı
Asya'daki Batı emperyalizmi genellikle Napolyon Bonapart'ın Osmanlılara karşı
Mısır ve Suriye'deki savaşı ile sembolize edilir (1798-1801). 19. yüzyılın
başından bu yana Batı, Müslüman kanına susamış, doymak ve çekip gitmek bilmeyen
gerçek bir vampir gibi Müslüman devlet yapılarının kanını şah damarından
emiyor. Her zaman İslam dünyasının entelektüel lideri konumundaki İran,
1979'dan itibaren Tanrı'nın kanununu, iradesini ve her türlü iyiliği, nezaketi
hedef alan bu zorbalığa bir son vermek için harekete geçti. Bu, sahte ve
çarpıtılmış bir gerçeklik vizyonunu, gerçekliğin aslında olan ve olması gereken
haline (adil bir düzen) getirme sürecidir. Bu süreç, hem gerçeklik stüdyosunu
kontrol eden vampirler hem de Müslüman entelektüellerin beceriksizliği, Batılı
düşünce tarihinin antik, ortaçağ ya da modern dönemdeki temel ilkelerini dahi
anlayamamaları nedeniyle sekteye uğruyor.”
Peki bu
gerçeklik stüdyosunun yıkılma olanağı var mı? Mümkün:
“Dünya
bilinci için bir paradigma değişimi yaşanması gerekiyor. Pompeo gibi bir manyak
ile Trump gibi bir soytarının normali temsil ettiği bir paradigma, bu ikisinin
ne kadar iğrenç ve ahlaksızca olursa olsun canları ne isterse onu yapan ve
neredeyse tamamen cezasız kalan iki haydut olduğunun insanlar tarafından açıkça
bilindiği bir paradigma ile değişmeli. Bu, yeni ve yüksek bir politik bilince
ulaşma, bir uyanış sürecidir. Egemen paradigmanın söylemini reddederek, lideri
Şehit General Kasım Süleymani olan Direniş Ekseni'ne katılmaktır. Bu bilinç,
özellikle, gerçeğin göreliliği saçmalığının (ve zamanın ve mekânın
göreceliğinin de, üzgünüm Einstein) reddini, ayrıca absürd ve nihilist Hümanizm
felsefesinin terkini içerir. Aynı zamanda hâkim bir Yaratıcının var olduğu
gerçekliğin idrakini kapsar. Ama tabii ki tüm bunlar oldukça aydınlanmış ve
daha iyi bilen modern mentalite için çok fazla.”
İşte böyle.
Bu yalnızca başlangıç. Katkı ve çürütmeler memnuniyetle karşılanacaktır. Konu
ile ilgili bilgi sahibi herkese bir çağrıdır: Tartışma devam ediyor.
Global Research
Çeviri: Ragibe Yılmaz
Medya Şafak