Dinî Terminolojide Tehlikeli İfadeler

GİRİŞ: 30.10.2022 18:50      GÜNCELLEME: 30.10.2022 18:50
Rasthaber - Bir darb-ı meselde geçtiği üzere, "İnsanlar konuşarak, hayvanlar koklaşarak anlaşır." Allah Teâlâ insanı konuşma yetisi ile yaratmakla birlikte eşya ve her türlü sıfatın/tanımın terminolojik manadaki kavramsal anlamını öğrenme potansiyelinde yaratmış. "Allah, Âdem'e isimleri öğretti."

(Bakara: 31)

Âdem aleyhisselama yapılan “isimlerin talimi” bir çekirdeğin, koca ağacın özetini taşıması şeklinde anlaşılabilir. İnsanlığın atası olan Hz. Âdem’e mücmel/öz/özet olarak öğretilen isimler, Âdem’in evlâtlarında, zaman içinde tafsili/detay bir hale gelmiştir. Bu şekilde her toplum içerisinde yeni icatlarla yeni tanım ve isimler devreye girer.

İnsan, ontolojik olarak kendisine verilen bilgi edinme ve geliştirme kapasitesiyle eşyanın zât ve sıfatlarını tanır/tanımlar. Bu şekilde yeni kelime ve kavramları devreye sokar. Bunlara isim verir ve literatür zenginleşir. Bir başka ifadeyle, ilâhî sınavın muhatabı olan insanoğluna verilen konuşma yetisi ve sözcüklerin isim bilgisiyle kavramları anlamlarına mütenasip/uygun bir şekilde dile getirerek muhataplarıyla diyalog ve iletişime geçer.

İnsan, duyularıyla hisseder, aklıyla değerlendirir, hayal âleminde tahayyüller kurar/imgeleme yapar, ölçer, biçer ve ifade edeceği kelimenin sıfatına/tanımına uygun olanını dile getirir. İsimlerle iletişime devam eder.

Ayrıca tarihî süreç içerisinde insan topluluklarının yeryüzünün değişik bölgelerine yerleşip birbirlerinden uzak yaşamaları dillerinin farklılaşmasına sebep olmuştur. Bu durum, yüzlerce lisanı ve binlerce lehçeyi Allah Teâlâ'nın ayeti olarak karşımıza çıkarmaktadır. "Göklerin ve yerin yaratılışı, dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da Allah'ın ayetlerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için ibretler vardır." (Rûm: 22)

İçerisinde bulunduğumuz toplumda Allah Teâlâ'nın ayetlerinden olan dili kullanırken burada en çok dikkat edilmesi gereken husus kelime ve kavramların yerli yerinde kullanılmasıdır. Aksi takdirde muhatap yanıltılmış olur.

Bunu yapmazsa karşısındakine meramını anlatmış olamaz veya isimlendirip kullandığı kelime ile muhatabını yanıltır. Konuyu dinî terminolojide kullanılan ve fakat ayrıca İslâm ümmeti bünyesinde ezici çoğunluk olan bir taifenin kendilerini tanımladığı bir "sıfat isim"den söz etmek istiyoruz. Söz konusu edeceğimiz kavram yanlış kullanılması hasebiyle ümmet bünyesinde ayrıştırmaya ve bölünmelere sebebiyet vermekle birlikte asıl anlamıyla kullanıldığında ümmeti bütünleştirerek bir fonksiyona sahip olması ironik bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Aslında ne kadar büyük bir çelişki. "Sıfat isim" olan ve bütün ümmet için ortak payda mesabesinde vasf edilmesi gereken "Ehl-i Sünnet" kavramı belirli bir taife tarafından adeta ipotek altına alınmış. Bu ismi tekellerine almış olan taife kendilerini adeta bu isimle kutsayıp vavtiz etmektedir. Kendileri gibi düşünmeyenleri ise bu tanımın, yani "Ehl-i Sünnet" kavramının dışında mütalaa etmektedirler.

Oysa böyle bir ayrıştırma negatif tanımlamaları beraberinde getirir. Nitekim bu kavramın ısrarcı savunucusu olan âlim müsvetteleri bu hataya düşmektedirler. Kendileri büyük bir vebale girdikleri gibi müntesiplerini/takipçilerini de dalâlete düşürmektedirler. Bakınız bu sıfat kavram ne anlam ifade etmektedir, onu bilmek ödevindeyiz. Her şeyden önce kelime ve kavramlar yerli yerinde kullanılmalı. "Ehl-i Sünnet" kelimesinin bir tek kavramsal anlamı vardır, o da "Sevgili Peygamberimizin sünnetine uyan kişi" demektir. Yani "Sünnet ehli." Bu ise bütün Müslümanları kapsayan bir mükellefiyettir. Zira her Müslüman birey için Peygamberimizin sünnet-i seniyesine uyma zorunluluğu vardır. "Allah'a ve Rasûlüne itaat edin, sakın birbirinizle çekişmeyin, yoksa zaafa kapılırsınız da düşmanlarınız karşısında yılgınlaşırsınız, gücünüz, cesaretiniz gider. Zor durumlarda ve her türlü sıkıntılara karşı dirençli olun, gerçekten Allah zorluğa göğüs gerip sıkıntılara katlananlarla beraberdir." (Enfâl: 46)

"Andolsun ki, Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı uman ve Allah'ı çokça anan kimseler için, Resulullah'ta sizin için uymanız gereken 'usvetun hasene' (güzel bir örnek) vardır." (Ahzab: 21)

"Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir erkekle mümin bir kadın için, kendi işlerinden dolayı Allah'ın ve Peygamberin hükmüne aykırı olanı seçmek hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Rasûlüne isyan ederse, muhakkak açık bir sapıklık etmiş olur." (Ahzâb: 36)

"De ki: 'Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun, bana itaat edin ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Al-i İmrân: 31)

Ayetler belirli bir zümreyi değil, bütün Müslümanları muhatap almaktadır. Şu hâlde her Müslüman birey imanının gereği olarak "Ehl-i Sünnet" olmak zorundadır. Demek istediğimiz o ki, bu kavram ümmet bünyesi içerisinde hiçbir zümrenin tekelinde olamaz, olmamalıdır.

Bir zümre tarafından saygın âlim olarak bilinen bir şahsın kısa bir videosuna tanık olduk. Adam söze başlarken, kendileri dışındakileri "sapık" olarak ilân ediyor ve ardından uyulması gereken mezhep isimlerini veriyor. Aynı zamanda bu şahıs 4 mezheple İslâm'ı sınırlıyor ve 4 mezhebi "nass" kabul ettiği için kendisi akidevî olarak çok tehlikeli bir kulvara sürükleniyor. Ayrıca Enbiyâ Sûresi'nin 92'nci ayetine muhalif bir tutum içerisinde 4 mezhebin dışındaki Müslümanları ötekileştirmekten öte sapıklıkla itham ediyor. Bu bile kendisinin akidesini zedelemeye yeter sebeptir. Yanılabilir özelliğine sahip insanların fıkhi çıkarsamaları sonucu oluşturdukları ekoller/ mezhepler "nass" niteliğinde değildir. Bu kişinin bireysel yaşamında son derece naif, mütevazı, alçak gönüllü olması, çocuklara şeker dağıtması onu kurtarmaz. Anlattıkları ile bölücü ve ayrıştırıcı bir tutum sergiliyor. Bu gibilere inanan insanların ümmet bütünlüğüne bakış açıları bozuluyor. Bu şahıs anlattıklarının vebalinden kurtulamaz.

Elbette ki bu vatandaş kullandığı ifadelerle küfre girdiğinin farkında değil. Kendisi böyle bir derekeye sürüklenmekle birlikte, müntediplerini de bağnaz ve akidesi sakat olarak modifiye etmektedir. Bu gibi insanlarla karşılaşıldığı zaman kırmadan, incitmeden ve naif bir şekilde yaklaşım sergilemeliyiz.

Bilmiyorlar ve bilmedikleri gibi vatandaşlarımızı, daha doğrusu gençlerimizi yanlış itikada sürüklüyorlar. Allah aşkına gelin bu dini doğru kaynağından öğrenin. Yanılabilir insanlar ne kadar âlim olsalar da yanlış söylemlerde bulunma olasılıkları her zaman mevcuttur. Biz dini Allah Teâlâ'nın mutahhar kıldığı (33/33) velî kullarından öğrenmeliyiz. Sevgili Peygamberimiz buyuruyor ki: "Ben ilmin şehriyim, kapısı da Ali'dir. Bana o kapıdan gelin. Ali benim vasîmdir, dini ona sorun, dini ondan ve evlâtlarından öğrenin."

Hadiste geçen "vasî" ifadesi sadece "ilimin mümessili" anlamına gelmemektedir elbette. Öyle olsaydı Allah Resulü'nün "Gadir-i Hum"daki beyanına ihtiyaç olmazdı. Bildiğiniz üzere "Gadir-i Hum"da İmâm Ali'nin velâyeti/vasîliği ilân edilirken, Sevgili Peygamberimizin siyasete ilişkin "yönetim misyonu" da ilân ve ibraz edilmiş oldu.

Resul-ü Ekrem Efendimiz "hâtemü'n-nebiyyîn" (33/40) (son peygamber) olması hasebiyle kendisinden sonra Nübüvvet'in devamı olan "İmâmet" misyonu devreye girmiş bulunmaktadır. Bunu anlamayan ve kabullenmeye yanaşmayan zümre tarih boyunca din bilgisini yanlış yerlerde, yanlış adreslerde arayıp durdular. Aynı şekilde yönetim işini liyâkat, bilgi, kapasite ve donanım sahibi olmayan, "bilmeyen" (kendilerine doğru yol gösterilmediği süre doğruyu bilemeyen) (10/35) insanlara ve akabinde saltanat sahiplerine tevdi ettiler. Bu konuda çok geniş kapsamlı fıkhi ekoller de oluşturmayı ihmal etmediler. Kavram kargaşası yaşamaları da bu yüzdendir. Ayrıca başlarındaki despot yöneticilerle sürekli olarak "Medine-i Fazıla"dan uzaklaşmış oldular. Meselenin özü ve aslı budur. Şu hâlde sonuç olarak ifade edecek olursak mezhep taassubu güden kardeşlerimiz gelin bu yanlıştan dönün ve dinî menşeinden öğrenin. Kinle, nefretle ve ötekileştirme ile bir yere varamazsınız, aksine vahdetten ve tevhidî değerlerden uzaklaşılmış olursunuz. Yüce Rabbimiz Hac Sûresi'nin 78'nci ayetinde bize "Müslüman" ismini vermiş. Şu hâlde bizim başka isimlerle anılmaya ihtiyacımız yok. Biz Müslümanız ve kardeşiz.  "Müminler ancak kardeştirler. Kardeşlerinizden araları açık olanların aralarını düzeltin ve kardeşliğinizi pekiştirin. Allah’a itaatsizlikten sakının ki rahmetine mazhar olasınız." (Hucûrat: 10)

Ayet çok açık ve çok sarih bir vaziyette Müslümanların konumlarını ve mesuliyetlerini hatırlatmaktadır. Hiçbir Müslümanın, gerek mezhep taassubu ile ve gerekse başka bir saikle bu ayetin hilâfına tutum sergileme yetkisi yoktur ve olamaz da..

Sevgili Peygamberimiz buyuruyor ki: "İmân etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe imân etmiş olamazsınız."

Vesselâm...

Ali Erdem Koral

YORUMLAR

Hacı Bayazıt 1 yıl önce
Allah’ın selamı rahmeti alemlerin emniyeti islamın beli v omurgası maneviyatın merhamet ve marifet kaynağı Hüseyni meşrep/direniş cephesi ile masum ve mazlumların üzerine olsun. İslamın itikat ve amelde öğrenilmesi gereken bilgileri ders yolu ile kayıt altına almış belli dört imamı vardır; dört imamın hiçbiri sünni yolu açmamıştır; dört imamda İmam Ali(s.s) Velayetine bağlı’dır... değilde talebelerine İslami ilmi verecek marif/ilmi lefün olmaz; bundan dolayı imamı Azam hazretleri İmam Cafer hazretleri olmasa Numan mafolmuştu; demiştir... diğer imanlarda aynı ruh haline sahiptir. Dört imamdan sonra gelenler dört imamın izini takip edemeyip şeytan ayaklarını kaydırdığı için dört imama mualif olarak dini bölüp meshepcilik ile islamda tahribat yolu açmıştır. İmam Ali(a.s) çıkmayan bütün yollar batıldır; İmam Cafer hazretlerini görmeyen aşan kim olursa olsun ilim irfandan nasibi olmamış sapıktır.

REKLAM

İLGİLİ BAŞLIKLAR

REKLAM