(Bakara: 31)
Âdem aleyhisselama yapılan “isimlerin talimi” bir
çekirdeğin, koca ağacın özetini taşıması şeklinde anlaşılabilir. İnsanlığın
atası olan Hz. Âdem’e mücmel/öz/özet olarak öğretilen isimler, Âdem’in
evlâtlarında, zaman içinde tafsili/detay bir hale gelmiştir. Bu şekilde her
toplum içerisinde yeni icatlarla yeni tanım ve isimler devreye girer.
İnsan, ontolojik olarak kendisine verilen bilgi edinme ve
geliştirme kapasitesiyle eşyanın zât ve sıfatlarını tanır/tanımlar. Bu şekilde
yeni kelime ve kavramları devreye sokar. Bunlara isim verir ve literatür
zenginleşir. Bir başka ifadeyle, ilâhî sınavın muhatabı olan insanoğluna
verilen konuşma yetisi ve sözcüklerin isim bilgisiyle kavramları anlamlarına
mütenasip/uygun bir şekilde dile getirerek muhataplarıyla diyalog ve iletişime
geçer.
İnsan, duyularıyla hisseder, aklıyla değerlendirir, hayal
âleminde tahayyüller kurar/imgeleme yapar, ölçer, biçer ve ifade edeceği
kelimenin sıfatına/tanımına uygun olanını dile getirir. İsimlerle iletişime
devam eder.
Ayrıca tarihî süreç içerisinde insan topluluklarının
yeryüzünün değişik bölgelerine yerleşip birbirlerinden uzak yaşamaları
dillerinin farklılaşmasına sebep olmuştur. Bu durum, yüzlerce lisanı ve
binlerce lehçeyi Allah Teâlâ'nın ayeti olarak karşımıza çıkarmaktadır.
"Göklerin ve yerin yaratılışı, dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da
Allah'ın ayetlerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için ibretler vardır."
(Rûm: 22)
İçerisinde bulunduğumuz toplumda Allah Teâlâ'nın
ayetlerinden olan dili kullanırken burada en çok dikkat edilmesi gereken husus
kelime ve kavramların yerli yerinde kullanılmasıdır. Aksi takdirde muhatap
yanıltılmış olur.
Bunu yapmazsa karşısındakine meramını anlatmış olamaz veya
isimlendirip kullandığı kelime ile muhatabını yanıltır. Konuyu dinî
terminolojide kullanılan ve fakat ayrıca İslâm ümmeti bünyesinde ezici çoğunluk
olan bir taifenin kendilerini tanımladığı bir "sıfat isim"den söz
etmek istiyoruz. Söz konusu edeceğimiz kavram yanlış kullanılması hasebiyle
ümmet bünyesinde ayrıştırmaya ve bölünmelere sebebiyet vermekle birlikte asıl
anlamıyla kullanıldığında ümmeti bütünleştirerek bir fonksiyona sahip olması
ironik bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Aslında ne kadar büyük bir
çelişki. "Sıfat isim" olan ve bütün ümmet için ortak payda
mesabesinde vasf edilmesi gereken "Ehl-i Sünnet" kavramı belirli bir
taife tarafından adeta ipotek altına alınmış. Bu ismi tekellerine almış olan
taife kendilerini adeta bu isimle kutsayıp vavtiz etmektedir. Kendileri gibi
düşünmeyenleri ise bu tanımın, yani "Ehl-i Sünnet" kavramının dışında
mütalaa etmektedirler.
Oysa böyle bir ayrıştırma negatif tanımlamaları beraberinde
getirir. Nitekim bu kavramın ısrarcı savunucusu olan âlim müsvetteleri bu
hataya düşmektedirler. Kendileri büyük bir vebale girdikleri gibi
müntesiplerini/takipçilerini de dalâlete düşürmektedirler. Bakınız bu sıfat
kavram ne anlam ifade etmektedir, onu bilmek ödevindeyiz. Her şeyden önce
kelime ve kavramlar yerli yerinde kullanılmalı. "Ehl-i Sünnet"
kelimesinin bir tek kavramsal anlamı vardır, o da "Sevgili Peygamberimizin
sünnetine uyan kişi" demektir. Yani "Sünnet ehli." Bu ise bütün
Müslümanları kapsayan bir mükellefiyettir. Zira her Müslüman birey için Peygamberimizin
sünnet-i seniyesine uyma zorunluluğu vardır. "Allah'a ve Rasûlüne itaat
edin, sakın birbirinizle çekişmeyin, yoksa zaafa kapılırsınız da düşmanlarınız
karşısında yılgınlaşırsınız, gücünüz, cesaretiniz gider. Zor durumlarda ve her
türlü sıkıntılara karşı dirençli olun, gerçekten Allah zorluğa göğüs gerip
sıkıntılara katlananlarla beraberdir." (Enfâl: 46)
"Andolsun ki, Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı uman
ve Allah'ı çokça anan kimseler için, Resulullah'ta sizin için uymanız gereken
'usvetun hasene' (güzel bir örnek) vardır." (Ahzab: 21)
"Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir
erkekle mümin bir kadın için, kendi işlerinden dolayı Allah'ın ve Peygamberin
hükmüne aykırı olanı seçmek hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Rasûlüne isyan ederse,
muhakkak açık bir sapıklık etmiş olur." (Ahzâb: 36)
"De ki: 'Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun, bana
itaat edin ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah
çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Al-i İmrân: 31)
Ayetler belirli bir zümreyi değil, bütün Müslümanları
muhatap almaktadır. Şu hâlde her Müslüman birey imanının gereği olarak
"Ehl-i Sünnet" olmak zorundadır. Demek istediğimiz o ki, bu kavram
ümmet bünyesi içerisinde hiçbir zümrenin tekelinde olamaz, olmamalıdır.
Bir zümre tarafından saygın âlim olarak bilinen bir şahsın
kısa bir videosuna tanık olduk. Adam söze başlarken, kendileri dışındakileri
"sapık" olarak ilân ediyor ve ardından uyulması gereken mezhep
isimlerini veriyor. Aynı zamanda bu şahıs 4 mezheple İslâm'ı sınırlıyor ve 4
mezhebi "nass" kabul ettiği için kendisi akidevî olarak çok tehlikeli
bir kulvara sürükleniyor. Ayrıca Enbiyâ Sûresi'nin 92'nci ayetine muhalif bir
tutum içerisinde 4 mezhebin dışındaki Müslümanları ötekileştirmekten öte
sapıklıkla itham ediyor. Bu bile kendisinin akidesini zedelemeye yeter
sebeptir. Yanılabilir özelliğine sahip insanların fıkhi çıkarsamaları sonucu
oluşturdukları ekoller/ mezhepler "nass" niteliğinde değildir. Bu
kişinin bireysel yaşamında son derece naif, mütevazı, alçak gönüllü olması,
çocuklara şeker dağıtması onu kurtarmaz. Anlattıkları ile bölücü ve ayrıştırıcı
bir tutum sergiliyor. Bu gibilere inanan insanların ümmet bütünlüğüne bakış
açıları bozuluyor. Bu şahıs anlattıklarının vebalinden kurtulamaz.
Elbette ki bu vatandaş kullandığı ifadelerle küfre
girdiğinin farkında değil. Kendisi böyle bir derekeye sürüklenmekle birlikte,
müntediplerini de bağnaz ve akidesi sakat olarak modifiye etmektedir. Bu gibi
insanlarla karşılaşıldığı zaman kırmadan, incitmeden ve naif bir şekilde
yaklaşım sergilemeliyiz.
Bilmiyorlar ve bilmedikleri gibi vatandaşlarımızı, daha
doğrusu gençlerimizi yanlış itikada sürüklüyorlar. Allah aşkına gelin bu dini
doğru kaynağından öğrenin. Yanılabilir insanlar ne kadar âlim olsalar da yanlış
söylemlerde bulunma olasılıkları her zaman mevcuttur. Biz dini Allah Teâlâ'nın
mutahhar kıldığı (33/33) velî kullarından öğrenmeliyiz. Sevgili Peygamberimiz
buyuruyor ki: "Ben ilmin şehriyim, kapısı da Ali'dir. Bana o kapıdan
gelin. Ali benim vasîmdir, dini ona sorun, dini ondan ve evlâtlarından
öğrenin."
Hadiste geçen "vasî" ifadesi sadece "ilimin
mümessili" anlamına gelmemektedir elbette. Öyle olsaydı Allah Resulü'nün
"Gadir-i Hum"daki beyanına ihtiyaç olmazdı. Bildiğiniz üzere
"Gadir-i Hum"da İmâm Ali'nin velâyeti/vasîliği ilân edilirken,
Sevgili Peygamberimizin siyasete ilişkin "yönetim misyonu" da ilân ve
ibraz edilmiş oldu.
Resul-ü Ekrem Efendimiz "hâtemü'n-nebiyyîn"
(33/40) (son peygamber) olması hasebiyle kendisinden sonra Nübüvvet'in devamı
olan "İmâmet" misyonu devreye girmiş bulunmaktadır. Bunu anlamayan ve
kabullenmeye yanaşmayan zümre tarih boyunca din bilgisini yanlış yerlerde,
yanlış adreslerde arayıp durdular. Aynı şekilde yönetim işini liyâkat, bilgi,
kapasite ve donanım sahibi olmayan, "bilmeyen" (kendilerine doğru yol
gösterilmediği süre doğruyu bilemeyen) (10/35) insanlara ve akabinde saltanat
sahiplerine tevdi ettiler. Bu konuda çok geniş kapsamlı fıkhi ekoller de
oluşturmayı ihmal etmediler. Kavram kargaşası yaşamaları da bu yüzdendir.
Ayrıca başlarındaki despot yöneticilerle sürekli olarak "Medine-i
Fazıla"dan uzaklaşmış oldular. Meselenin özü ve aslı budur. Şu hâlde sonuç
olarak ifade edecek olursak mezhep taassubu güden kardeşlerimiz gelin bu
yanlıştan dönün ve dinî menşeinden öğrenin. Kinle, nefretle ve ötekileştirme
ile bir yere varamazsınız, aksine vahdetten ve tevhidî değerlerden uzaklaşılmış
olursunuz. Yüce Rabbimiz Hac Sûresi'nin 78'nci ayetinde bize
"Müslüman" ismini vermiş. Şu hâlde bizim başka isimlerle anılmaya
ihtiyacımız yok. Biz Müslümanız ve kardeşiz.
"Müminler ancak kardeştirler. Kardeşlerinizden araları açık
olanların aralarını düzeltin ve kardeşliğinizi pekiştirin. Allah’a
itaatsizlikten sakının ki rahmetine mazhar olasınız." (Hucûrat: 10)
Ayet çok açık ve çok sarih bir vaziyette Müslümanların
konumlarını ve mesuliyetlerini hatırlatmaktadır. Hiçbir Müslümanın, gerek
mezhep taassubu ile ve gerekse başka bir saikle bu ayetin hilâfına tutum
sergileme yetkisi yoktur ve olamaz da..
Sevgili Peygamberimiz buyuruyor ki: "İmân etmedikçe
cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe imân etmiş olamazsınız."
Vesselâm...
Ali Erdem Koral