Aklen-mantıken düşünelim, basit bir şirketin genel müdürü
birkaç günlüğüne bir yere gidecek olsa kendi yerine geçici de olsa birini
bırakmaz mı? Peki nasıl olur da ahirete irtihal edecek bir peygamber
kendisinden sonra vâsî tayin etmez, bu olacak iş mi? "Son peygamber"
beyanıyla ilgil ayet (Ahzab: 40) nazil olunca sahabe Allah Resulü'ne, "Ya
Resulullah peki senden sonra bu ümmete kim rehberlik edecek?" diye
sorduğunda, "Sizi başıboş bırakacağımı mı sandınız?" (Kıyamet: 36)
diye ayet nazil oluyor.
Evet, Ehl-i Sünnet dünyasının en büyük açmazlarından biri
Allah Resulü'nün kendisinden sonra vâsî tayin etmediğine inanmalarıdır. Eğer
vâsî tayinine inansalar kendi düşünce ve inanç yapıları da değişmiş olacak. Bu
yüzden buna bir türlü yanaşmıyorlar ve çelişkilerle dolu inançlarına devam
ediyorlar. Albert Einstein diyor ki: "İnsanların ön yargılarını kırmak atomu
parçalamaktan daha zordur."
Sevgili Peygamberimiz İmâm Ali'ye diyor ki: "Ya Ali,
ben insanlarla vahyin tenzili hakkında mücadele ettim, sen ise vahyin tevili
hakkında insanların itirazlarına maruz kalacaksın."
İnsanlar Emevîlerin düşmanca sürdürdüğü yok sayma ve
tezviratlara dayalı manipülatif yönlendirmelerinin etkisinde kalarak İmâm
Ali'nin velâyetini inkâr ettiler ve bu minvâl üzere eserler yazarak literatür
oluşturdular. Sonra nesiller boyu bu literatür Ehl-i Sünnet'in temel müracaat ve inanç kaynağı oldu. Bu
kaynaklardan ilim tedris eden insanlar vasîliğin inkârı üzerine bir din
anlayışına sahip oldular. Kısacası Emevi saraylarında hazırlanan kaynak eserler
sultanların yönlendirmesi ile şekillenince Kûr'ânî hakikatler tersyüz edilmiş
oldu. Said-i Nursi gibi sözüm ona bazı âlimler ise Ehl-i Beyt imâmlarının ilim,
takva ve liyakatteki üstünlüklerini itiraf etmesine rağmen onlara siyasetin
dışında "manevî lider" payesi vermektedir. Emevilerden yola çıkarak,
"Siyaset kirlidir bu yüzden Allah onların bu kire bulaşmasını murad
etmemiş" diyor. Oysa kirli insanların siyaseti kirlidir, temiz insanların
siyaseti temizdir. Adama sormazlar mı, Allah Resulü Medine'ye hicret ettiğinde
ilk iş olarak 52 maddelik bir anayasa metni hazırlayıp hukukun üstünlüğünü esas
alarak İslâm Devleti'ni kurmadı mı? Onun yaptığı siyaset değil miydi? Allah
Resulü'nün yaptığı siyaseti neden Ehl-i Beyt imâmlarından esirgiyorsun? Üstelik
başta Gadir-i Hûm olmak üzere onca hadislere rağmen..
Bakınız, hangi hadiseyi ele alırsanız alın baştan sona Ehl-i
Sünnet'in tarihi yorumlama biçimi ve tarihe bakış açısı da yanlış. Ayrıca fıkhî
konularda da çelişkiler içerisindeler, birinin dediğini diğeri tutmuyor...
Örnek vermeye devam edelim, Türkiye'nin en büyük Ehl-i
Sünnet âlimlerinden biri çıkmış olduğu televizyon kanalında Ak Parti'sinin
kuruluş aşamasını konuşurken, "İki İslâmî parti olmaz gerekçesiyle Saadet
Partisi'nin kendisini fes etmesi gerektiğini söyleyince, moderatör, 'Neden iki
parti olmasın ki, sanırım tarihte de bunun örneği var" deyince, "Ha
evet tarihte de bunun örneği var, Muaviye'nin Şam'da, Hz. Ali'nin de Kufe'de
partisi vardı" deyiverdi. Allah aşkına şu yaklaşıma ve şu yoruma bakar
mısınız? Bir tarafta İslâm Devleti ve bu devletin başında meşru bir lider,
meşru bir imâm var, diğer taraftan tuleka olarak azledilmiş bir valinin eşkiya
sürüsünden oluşturduğu çete var ve bunlar birbiri ile kıyaslanıp "iki
İslâmî parti" nitelemesi yapılıyor. Yuh artık, elinsaf, bu nasıl bir din
algısı, bu nasıl bir yorum? Bu gibi âlim müsveddelerinin yorumu asla İslâmî
değil.. Evet, orada iki parti var bu doğru. Ancak ikisi de İslâmî parti değil,
Kûr'ân'ın tabiriyle biri Hizbullah yani Allah'ın partisi, diğeri Hizbulşeytan,
yani şeytanın partisi. Olay bu kadar basit ve net...
Bakınız bunlarda öyle âlim ve kalem erbabı var ki, Kerbelâ
hadisesinde adeta Yezid melununu haklı çıkarıcı yaklaşım sergiliyorlar. Neymiş
efendim, Yezid ibni Ziyad'a "öldürmeyin, esir alın" demiş ama ibni
Ziyad Yezid'i dinlemeyip katliam yapmış. Aslında bütün suç ibni Ziyad'ta imiş.
Hatta bazı aklı evvel âlim müsveddeleri var ki, "İşte efendim Yezid meşru
halifeydi, İmâm Hüseyin ona biat etmeliydi" diyenler var. Sarhoş ve ayyaş
olan Yezid melunu nasıl meşru halife oluyor. Onun babası meşru değildi ki
kendisi meşru olsun!
Bakınız bir başka örnek: Ehl-i Sünnet'in en büyük
âlimlerinden biri olarak bilinen bir şahıs verdiği vaazında şöyle diyor:
"Fatıma validemiz Hz. Ebubekir'in huzuruna varıp, 'Babamdan bana miras
kalan Fedek arazisini bana vermelisin' deyince, Hz. Ebubekir, 'Ben babandan
duydum, 'peygamberler miras bırakmaz', bu yüzden sana Fedek arazisini
vermiyorum' diyor ve Fatıma validemiz Hz. Ebubekir'e küsüyor."
Oysa böyle bir hadis varsa kendisi ile ilintili olduğu için
bunu ilk bilmesi gereken kişi Fatıma validemiz olması gerekmez mi? Fatıma
validemiz kendi hakkı olmayan bir şeyi nasıl ister? Hiç bu mümkün müdür?
Aklen/mantıken düşünelim, böyle bir şey varsa Peygamberimiz bunu ilk önce
kızına söylemesi gerekmez mi? Hiç kuşkusuz söz konusu hadis yaptıkları gaspı
meşru kılmak için uydurulmuş. Zira bu hadis her şeyden önce Kûr'ân hakikatine
ters düşmektedir. "Ey peygamber yakınlarına, ... hakkını ver" (Rum:
38) ayeti nazil olunca Sevgili Peygamberimiz kızı Fatma'ya Fedek arazisini
veriyor. Bu arazi Allah Resulü'nün şahsi mülküydü. Beyt'ülmal'a ait değildi.
Peygamberimiz'in vasiyeti üzerine Fatıma validemiz ve İmâm Ali kendi
ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra buranın gelirlerini fakir ve yoksul insanlara
dağıtıyordu. Söz konusu âlim efendi Fedek arazisinin hangi maksatla ve ne
şekilde müsadere edildiğini, orada çalışan işçilerin nasıl derdest edilerek
arazinin dışına atıldığını ne hikmetse aktarmıyor ve Fatıma validemizin hakkı
olmadığı halde Fedek arazisini istediği söyleniyor. Bu Fatıma validemize
yönelik bühtan, iftira ve tezvirat olmuyor mu? Sormuş olalım: Bu gasp olayının
asıl nedeni Ehl-i Beyt'in muhtaç duruma düşürülmesi ve çeşitli şekillerde
ambargolara uğratılmaları değil midir? Fedek arazisinin gelirlerinden dolayı
Fatıma validemizin kapısından ihtiyaç sahibi insanlar eksik olmuyordu. Analiz
yetisi olan bazı alimlerimiz, halkın bu teveccühünden dolayı o kapıda güçlü bir
muhalefet oluşacağı endişesiyle Fedek arazisinin müsadere edildiği kanaatini taşımaktadırlar...
Peki, Ehl-i Beyt nezdinde İmâm Ali'ye neden bu tür
ambargolar uygulandı? Bunun birkaç sebebi olduğu kanaatindeyiz.
Birincisi, Araplarda öteden beri aşiret milliyetçiliği
olduğu bir gerçek. Sevgili Peygamberimiz'in aşireti Haşimoğulları idi. Bazı
sahabeler kendi aralarında kulis yaparak, vasînin Haşimoğulları'ından olmaması
gerektiğini dile getiriyorlardı. Özellikle bunu dile getirenlerin çoğu
Mekke'nin fethinden sonra Müslüman olanlardı. Çünkü bunların özel olarak İmam
Ali'ye kin ve husumetleri vardı. Sebebi de, Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında
bu şahısların birinci dereceden yakınları ve akrabaları İmâm Ali tarafından
öldürülmüştü. Bu yüzden İmâm Ali'yi hazetmiyorlardı ve özel kinleri vardı.
Sıffin Savaşı'nın sebeplerinden biri de Bedir'in intikamını almaktı. Zira
Bedir'de İmâm Ali, Muaviye'nin dedesi Utbe'yi (Hazreti Hamza'nın ciğerini yiyen
Hind'in babası), kardeşi Hanzala'yı, dayısını ve birtakım akrabalarını daha
öldürmüştü. (Kerbelâ'da İmam Hüseyin şehid edilip mubarek başı Şam'a getirilip
Yezid melunu önüne konduğunda, Yezid İmâm Hüseyin'in mübarek başına asası ile
vurarak, "Ey Bedir'de ölen yakınlarım şimdi hayatta olsanız da sizin
intikamınızı nasıl aldığımı görseniz" diyerek babası Muaviye'nin Sıffinde
alamadığı intikamı Kerbelâ'da almanın hazzını yaşıyordu.)
Ehl-i Sünnet dünyası nice acı gerçekleri es geçerek Sıffin
Savaşı'nın içtihat sonucu meydana geldiğini iddia etmektedir. Efendim neymiş,
İmam Ali de Muaviye de içtihat etmişler, Ali isabet etmiş iki sevap kazanmış,
Muaviye yanılmış bir sevap kazanmış. SubhanAllah! Bu nasıl bi mantıktır böyle?
Niyet Muaviye'yi temize çıkarmak olunca böylesi manipülasyonlara tenezzül
ediliyor. Bu nasıl bir din anlayışıdır ki, on bin sahabenin ölümüne sebebiyet
verecek ve üstüne üstlük bir de sevap kazanacak. Böyle bir din İslâm olur mu?
Kûr'ân-ı Kerim'de Allah Teâlâ şu ikazda bulunuyor ve hükmünü veriyor:
"Taammüden bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir."
(Maide: 32) "Taammüden bir insanı öldürenin yeri ebedi cehennemdir."
(Nisa: 93) Allah Teâlâ eşref-i mahluk olarak yartmış olduğu insanı kutsayıp
böylesine dokunulmazlık zırhına büründürmüşken birileri kalkıp iktidarı ele
geçirmek için on binlerce insanı öldürüyor, birileri de kalkıp bu katilleri din
adına temize çıkarmaya çalışıyor. Hayır efendim, bu din İslâm olamaz. Bırakın
taammüden bir insanı öldürmeyi, İslâm'da insanın insana kızgın bakması, insanın
insana surat ekşitmesi haram; bağırıp çağırması, ses tonunu yükseltmesi
haram...
İşte İslâm böyle bir din. Ancak onlar Muaviye ve Yezid'i
temize çıkarma adına yapılan katliama "içtihat hatası" diyerek ve
üstelik o hataya sevap yükleyerek öyle bir kapı açmış, öyle bir gelenek
başlatmış oldular ki tarih boyunca iktidar uğruna aşiretler arası, sonradan
beylikler ve devletler arası hep kardeş kanı akıtıldı. Zaman geldi iş o raddeye
vardı ki, taht kavgası yüzünden kardeş kardeşi, baba oğulu katletti. Halkı ikna
etmek için bahane kamuflajları da hazırdı! Bunu da din tacirlerine söylettiler:
"İslâm'ın bekası ve ümmetin birliği adına..." Oysa verdiğimiz ayet
örneklerinden de anlaşıldığı üzere İslâm bu değildi, ama onlar saltanatları
uğruna bu sapkın din anlayışlarına İslâm dediler. Yanlışlar üzerine bina edilen
din anlayışları ile ilgili yüzlerce örnek verebiliriz ancak bu makale
kapasitemizi aşar, şimdilik bunlarla yetinmiş olalım. Sonuç olarak yapılması
gereken, Ehl-i Sünnet kardeşlerimiz, sünnet anlayışlarının Sevgili
Peygamberimiz'in sünnet-i seniyesine ve Kûr'ân hakikatine ne kadar uyduğuna
bakmalılar.
Bir konuşmamız esnasında, "Ehl-i Sünnet olduğunu
söyleyen bir kardeşimiz, "Hocam öyle şeyler anlattınız ki, buradan çıkan
sonuca göre biz Amerika'yı yeniden keşfetmemiz gerekmektedir" dedi. Evet,
gerekirse Amerika yeniden keşfedilmelidir... Vesselâm...