Fakat yazılı metinlerde ve pratikteki uygulamalara
baktığımızda bir tarafta tahrifata uğramamış haliyle öz Muhammedî İslâm var,
diğer tarafta ugulamada tahrif ve tahribata uğratılmış birçok din ve iki ayrı
İslâm anlayışı var.
Somut örneklemelerle yolumuza devam edecek olursak. Birgün
Sevgili Peygamberimiz Beyt'ül Mal'dan ashabına taksimat yaparken bir sahabe
hiddetli bir şekilde ve hörelenerek, "Adil ol ya Muhammed" diyor.
Allah Resulü, şaşkınlığını gizleyerek gayet sakin bir şekilde, "Ey sevgili
kardeşim, Muhammed adil olmayacaksa kim adil olacak? Bu din yeryüzünde adalet
kaim kılınsın diye inzal oldu." diyor. Zira Yüce Rabbimiz buyuruyor ki,
"Yeryüzünde adaleti kaim kılmanız için Kûr'ân-ı ve mizanı indirdik."
(Hadis: 25)
Elbette bizim için "usvetun hasene" (rol-model)
olan Allah Resulü bu ilâhî emri en iyi ve en mükemmel bir şekilde uygulayan
kişidir. Çünkü Rabbimiz onun hakkında şöyle buyuruyor: "Ey Muhammed,
muhakkak ki sen yüce bir ahlâk üzeresin." (Kalem: 4) Bir başka ayet-i
kerimede ise, "Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ:
107) diye buyrulmaktadır. Yüce ahlâk üzere ve ismet sıfatına sahip olan bir
peygamberin adil olmayacağına dair nasıl bir düşünce hasıl olabilir? Âlemlere
rahmet olarak gönderilen peygamber adil olmazsa, "âlemlere rahmet"
olmasının anlamı olur mu? Elbette o günkü Arap toplumunun sosyolajik yapısı ve
insanların yabanıl mantalitesi göz önünde bulundurulması gerekmektedir.
Fakat bu hadiseden yola çıkarak bazı aklı evveller,
"İşte efendim, peygamber de bir insandır, o da hata yapabilir"
diyebilmektirler. Bu düşünce farklı evrilmelere yol açarak, "hata ve
yanlış yapsa da, zalim ve fasık olsa da yöneticilerinize itaat edin"
anlayışını beraberinde getirmiş. Yani peygamber de hata yapabiliyorsa
yöneticilerin gayri adil işler yapmaları, hatta zalim olmaları hoş karşılanıp
onlara itaat edilmesi gerektiği anlayışı yaygınlaşmış. Böylesi bir din anlayışı
sapmadan başka bir şey değildir. Oysa öz Muhammedî İslâm mutlak doğruluğu ve
mutlak adaleti emretmektedir. Hatta adalet olmazsa olmaz imân ilkesidir. Bir
din anlayışı "zalim de olunabilir" derken, diğeri "mutlak adil
olmak gerekir" diyor. Ne kadar büyük bir tezat, ne kadar büyük bir
çelişki. Ne yazık ki ikisinin de adı İslâm! Hatta ilkinin müntesibi %70
oranında daha fazla.
Bakınız, Sevgili Peygamberimiz Medine'de 52 maddelik bir
anayasa metni ile hukukun üstünlüğünü esas alarak İslâm'ı müesses bir nizama
dönüştürmesiyle yüce dinimizin ön gördüğü adalet olgusu mücessem bir yapıya bürünmüştü. Biz bu adalet
anlayışını İmam Ali'nin uygulamalarında da görüyoruz. İmam Ali buyuruyor ki,
"Devletin dini adalettir." "Sabredip âyetlerimize kesin olarak
iman ettikleri zaman, onların içinden, buyruğumuzla doğru yolu gösteren imâmlar
çıkardık." (Secde: 24) İmâm Ali ayette belirtilen bu özelliği ile ve mutahhar
(33/33) olması hasebiyle adil bir yöneticiydi. Kendisine adeta metazori olarak
biat ettiklerinde, o, "25 yıl önce neredeydiniz?" dercesine,
"Bırakın beni, siz benim adalet anlayışıma tahammül edemezsiniz"
ifadesini dile getirmişti. Nitekim ne Talha ve Zübeyir, ne onlar gibileri
tahammül edemeyip isyan bayrağını çektiler. (Demek ki "Aşere-i
Mübeşere" uydurma hadismiş.) İsyan ve itirazlara rağmen İmâm Ali adalet
anlayışından ödün vermeyip şehadetine kadar yoluna devam etti...
Sevgili Peygamberimiz'in döneminde ise Medine'de tesis
edilen ve bizim "Asr-ı Saadet" dediğimiz o zaman dilimi ibretamiz
hadiselere dolu. Elbette, tarih boyu o dönem biz Müslümanlar için
"numune-i timsâl"dir. Ayrıca o zaman dilimine "Medine-i Fazıla"
denilmektedir. Fakat bütün bu "Saadet" ve Fazilet"
tanımlamalarına rağmen Allah Resulü'nün o toplum içerisinde sıkıntılar
yaşamadığı ve itaatsizliklere maruz kalmadığı anlamına gelmemektedir. Yukarıda
verdiğimiz örnekle birlikte o dönemde Allah Resulü aslında insanların kendisine
itaat etme konusunda bir hayli sıkıntılara maruz kalmıştı. Bizler hep Uhud
Harbi'nde vuku bulan "Okçular Tepesi"deki itaatsizliği örnek olarak
anmaktayız. Oysa itaat konusunda Allah
Resulü'nü çok üzenler olmuştu. Vefatına yakın, seçkin bilinen bir takım sahabeler
de dahil olmak üzere Usame bin Zeyd'in komutasındaki orduya katılmama
mazeretlerini hatırlayalım! Veya orduya katıldığı hâlde geri dönenler kimlerdi?
Sevgili Peygamberimiz'in vefatından sonra ise, Gadir-i
Hum"da verilen sözler ve yapılan beyatlar Ben-i Said'in
"Sakife"sinde unutulmuştu. Elbette o gün Sakife'de yaşananlar tarihi
süreç içerisinde evrilerek daha ileri boyutlarda eksen kaymalarını ve dinin farklı yorumlanmasını beraberinde
getirmişti. Çünkü Sakife'de Nübüvvet olgusunun devamı olan imâmet misyonu ilâhî
bir emir olmasına rağmen ilga edilmiş ve rafa kaldırılmıştı. Bir başka ifadeyle
Sakife'de yaşanan "karşı devrim" hareketiyle İslâm ve Kûr'ân asli
mecrasından çıkmış oldu.
"O gün peygamber der ki: 'Ey Rabbim! Doğrusu bu kavmim
Kûr'ân'ı mahcur (terek edilmiş olarak) bıraktı." (Furkan: 30)
O günden sonra İslâm adeta iki kutba bölündü. Bir tarafta
fasık da olsa, zalim de olsa, metazori olarak Müslümanların yönetimini ele
geçirene, "İslam'ın bekâsı ve ümmetin birlik ve beraberliği" için (!)
itaat anlayışı seküler bir mantıkla ve bir "oldu-bitti" ile devreye
sokuldu. (Oysa böyle bir anlayışla zaten İslâm'ın bekâsına, geleceğine,
İslâm'ın insicamına, istikrarına ve Müslümanların birliğine en büyük yıkıcı
darbe vurulmuş olmaktadır.)
Elbette ki, bütün bu olumsuz gelişme ve hadsizce
müdahalelere rağmen, hakkı gasp edilerek siyasetten men edilmiş "imâmet
misyonu" mutahhar vasîler vasıtasıyla teoride ve yazılı metin olarak
muhafaza edildi. Bu ayrı konu.. Fakat öte yandan, liyakat sahibi olmayanların
pratikteki uygulamalarıyla yaşanan eksen kayması ümmete çok pahalıya mal oldu.
Bir başka ifadeyle, Allah Resulü'nün Gadir-i Hum'daki vasiyetine itaat
edilmeyişi beraberinde çapraşık bir din anlayışını da getirmiş oldu. Her ne
kadar bazı yanlış uygulamalara müdahale edip ilk iki halifeye
kadılık/danışmanlık yaptığı söylense de İmâm Ali'nin olması gereken yer ve
mevki orası değildi. İmam Ali elbette yanlış uygulamalara müdahale etmesi
ümmetin maslahatına ilişkin bir tutumdu. Asıl olması gerekeni ise Yüce Rabbimiz
şöyle tasfir ediyor: "Kendilerine
doğru yol gösterilmediği süre doğruyu bulamayan mı uyulmaya layıktır, doğruyu
bilen mi uyulmaya layıktır?" (Yunus: 35) Bakınız, mutlak bir hakikat
olarak, öz Muhammedî İslâm'da ve beşerî idarî anlayışlarda liyakat esastır. Çünkü
bu kural ontolojiktir. Bakınız, ilâhî bir misyon olarak İmam Ali
"vasî" tayin edilmeseydi bile "liyakat ilkesi" nin gereği
olarak "ilmin kapıs" ve "yaşayan/konuşan Kur'an"
tanımlamasının muhatabı İmam Ali işbaşına getirilmeliydi. Zira, Allah Teâlâ Nisâ
Sûresi'nin 58'nci ayetinde, "İşi ehil olana verin" diyor. Sakife'de
buna gerek duymadılar.
25 yıl aradan sonra nadim oldular ve işi aslına rücu
ettirdiler. Ancak 25 yıllık zaman zarfında köprünün altından çok sular aktı ve
ümmet bünyesinde cahiliye taassubları zuhur etmeye başlamıştı. Kısacası İmâm
Ali'nin yönetimi esnasında
itaatsizlikler ve baş kaldırmalar had safhaya çıktı. Cemel, Sıffin ve
Nehrevan savaşları buna en somut örnektir. Sakife'de imâma itaatin farziyeti
gerekli görülmeyince bu anlayış tarih boyu devam etti. Öyle ki Cemel, Sıffin ve
Nehrevan hadiseleri, nübüvvetin devamı olan imâmet misyonuna itaat edilmesine
gerek duymayan Sakife'deki anlayışın bir sonucudur. Fay hattı kırılması ve
eksen kayması orada başladı.
Bir başka çarpık husus ise ümmetin bünyesindeki büyük bir
kesim Sıffin katliamını "içtihad" olgusuna bağlamaktadır. Bu katliama
girişen Muaviye'nin içtihatta bulunarak bu menfur işi yaptığını ve yanılmış
olmasına rağmen bir sevap kazandığı iddia edilmektedir. Bu anlayış, bu inanç
ümmet bünyesinde vuku bulan toplu cinayetlere meşrutiyet kazandırdı ve tarih
boyunca bu tür cinayetlerin temel dayanağı oldu. Kerbelâ katliamı buna somut
örnektir. Oysa Yüce Rabbimiz buyuruyor ki, "Taammüden bir insanı öldüren
bütün insanları öldürmüş gibidir." Maide: 32) Diğer bir ayet-i kerimede
yine sarsıcı bir ikazda bulunulmaktadır: "Taammüden bir insanı öldürenin
yeri ebedi cehennemdir." (Nisa: 93) Sevgili Peygamberimiz ise muhtelif
hadis-i şeriflerinde şöyle bir uyarılarda bulunmaktadır: "Benden sonra sakın
ola ki, cahiliye dönemindeki gibi birbirinizin boynunu vurmayın."
"Benden sonra yanlış yollara sapmayasınız diye size iki ağır emanet
bırakıyorum. Birincisi Allah Teâlâ'nın kitabı Kûr'ân-ı Kerim, diğeri ise
Kûr'ân-ı Kerim ile benim sünnetimin muhafızı ve müfessiri olan îtretim/Ehl-i
Beyt'im." "Benden sonra Ehl-i Beyt'ime nasıl davranacağınıza dikkat
edin." "Ben ilmin şehriyim, kapısı da Ali'dir. Bana o kapıdan
gelin." Ali hak iledir, hak Ali iledir. Ali ne tarafa yönelse hak o
taraftadır." "Yaşayan Kûr'an görmek isteyen Ali'ye baksın."
"Ali Kûr'an-ı Natık'tır. (Konuşan Kûr'an'dır)" "Benim Ehl-i
Beyt'im Nuh'un gemisi gibidir ona sığınan kurtuluşa erer yüz çeviren helâk
olur." "İman etmedikçe cennete giremezsiniz, Ehl-i Beyt'imi ve
birbirinizi sevmedikçe imân etmiş olamazsınız." "Ya Ali, seni ancak
münafık olan sevmez." "Ya Ali, ben nasıl insanlarla Kûr'an'ın inzali
hususunda mücadele ettiysem, sen de Kur'an'ın tevili hususunda uğraş ve çaba
içerisinde olacaksın. Sana itiraz edenler olacak, benim nübüvvetimi inkar
edenler olduğu gibi, benim nübüvvetimi kabul ettikleri halde senin vasiliğini
kabul etmeyenler olacaktır." (Bu sonuncu hadis Hudeybiye Anlaşması"
esnasında söylenmiş.)
Öz Muhammedî İslâm'da gönüllerin fethi esas alınırken diğer
İslâm anlayışında Sıffin örneğinin bir başka versiyonu olan komşu beldelere
"yalın kılıç saldırmak" var ve buna "fütuhat"
denilmektedir. Nitekim Muaviye iktidarı ele geçirdiğinde bu yöntemle komşu
beldelere saldırmıştı. Abbasiler de dahil olmak üzere tarih boyunca Muaviye'nin
ardılları bu yöntemle toprak gaspına devam etmişlerdi. Viyana kapılarına kadar
bu şekilde gelmişlerdi. Ayrıca 1512'den itibaren 1520 tarihine kadar Selim
ismindeki padişahın yaptığı gibi 4 büyük, 4 küçük olmak üzere, 8 yıl boyunca 8
saldırı savaşının Müslüman halklara karşı yapılmış olması ve kardeş kanının
dökülmüş olması gibi, tarihimiz bu acı hadiselerle doludur. Osmanlı'nın kuruluş
aşamasında beylikler arası savaşları da bu sapmalara örnek gösterebiliriz.
Osmanlı ile Karamanoğulları arasındaki tahakküm Savaşı'nın yüz yıl dolayında
sürdüğünü biliyor musunuz? Oysa öz Muhammedî İslâm'da komşu beldelere yalın
kılıç saldırma asla yoktur. (Bildiğiniz üzere yakın tarihimizde Saddam zalimi
İran İslam Cumhuriyeti topraklarına saldırarak 8 yıl süren bu savaşta 1.5
milyon insanın ölümüne sebebiyet vermişti. Ayrıca Halepçe ve Ducayde'de kendi
halkını kimyasal bombalarla katletmişti.)
Tahakküm ve hegemonya adına Müslüman bir topluluğa
saldırmanın izah edilebilir bir mazereti olamaz. Müslüman olsun, gayri müslim
olsun komşu beldelere saldırı asla caiz değildir. Aksine iyi ilişkiler
geliştirmek vardır. Öz Muhammedî İslâm'da gayri müslim komşu beldelere
"müellefe-i kulûb" kapsamında nakdi yardım ve bayındırlık hizmetleri
götürmek vardır. Gönüller feth edilince topraklar/coğrafyalar üzerinde
garantörlük/patronajlık ve inisiyatif kullanma hakkı beraberinde gelecektir.
(ABD bugün dünyanın birçok ülkesine yönelik uyguladığı tahakküm, verdiği borç
sayesindedir. Kimi ülkelere verdiği borçla tahakküm etmekte, kimilerine ise silah
zoru ile/zorbalıkla tasallut edip hegemonya kurmakta.)
Öz Muhammedi İslam'ın misyonu ise olumsuzlukların bertaraf
edilmesine ilişkindir. Bu yüzden yapılan yardımlarla o topraklar üzerinde vuku
bulan olumsuzlukların bertaraf edilme sorumluluğu Müslümanlar üzerine hak ve
mükellefiyet olarak tahakkuk etmektedir. "Dininiz hususunda sizinle
savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmaya teşebbüs etmeyen gayri müslimlerle iyi
ilişkiler geliştirmenizi Rabbiniz men etmemektedir." (Mümtehine: 8)
"Siz insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz.
İyi olanı tesis eder, olumsuz olanı bertaraf edersiniz. (Al-i İmrân: 110)
Bu mükellefiyet tahakkuk ettirilmeyince tarih boyu barbarlık
din anlayışı olarak yoluna devam etti. Elbette bunun sonucu olarak gelinen
nokta itibariyle bugün İslâmofobi Batılı toplulukların bize bakış açısı oldu.
Papa 16. Benedikct ne diyor: "Ben Muhammed denilen kişiyi elinde kılıç
olan bir olarak tanıyorum." Bu ne demek? Çünkü Muhammed'i temsil ettiğini
iddia eden ve halife olarak bilinen sultanların askerlerinin elinde kılıç ile
Viyana kapılarına dayanma hadisesi var. Anlayacağınız sicil bozuk.. Ayrıca
tarihin birçok döneminde olduğu gibi bugün itibariyle de Müslümanların etnik
veya başka sebeplerden dolayı çatıştıklarını ve birbirlerini kestiklerini görüyoruz.
Anlayacağınız sicil bugün de bozuk.. Özellikle Suriye ve Irak'ta IŞİD denilen
terör örgütünün insanlık dışı katliamlarına ve sergiledikleri vahşete bütün
dünya tanık oldu. Maatteessüf ki, Kerbela örneğinde olduğu gibi, bütün o
canavarlıkları İslâm adına yaptılar. Daha çok sevap kazanma düşüncesiyle abdest
alıp tekbirler getirerek o insanlık dışı cinayetleri işlediler. Onların
anladığı İslâm ile öz Muhammedî İslâm bir olabilir mi? Aslında uç noktadan
örnek vermiş olduk. Bu canavarlıkları İslâm dünyasının binde biri bile kabul
etmez. Fakat Sakife'deki müdahale ile tedavüle sokulan İslâm anlayışında
gelinen sonuç bu...
Asıl olarak ve yaygın şekliyle bugün tedavülde olan bu
yanlış İslâm anlayışında saymakla bitiremeyeceğimiz bidat ve hurafeler var ki
bunlar içselleştirilmiş ve yaşam biçimine dönüştürülmüş. Şunu bilmiş olalım ki,
Müslümanlar topyekûn olarak öz Muhammedî İslâm'a rücu etmediği süre mevcut olan
çok yönlü keşmekeşlikler, bin bir çeşit bidat, hurafe ve yobazlıklar devam
edecektir. Ayrıca ve asıl olarak şu hakikati bilmiş olalım ki, tarih boyu
olduğu gibi günümüzde de öz Muhammedî İslâm'ı temsil eden Muaviye ve ardılları
değil, Ehl-i Beyt imâmlarıdır. Biz Ehl-i Beyt imâmlarının temsil ettiği öz
Muhammedî İslâm'a sarılmalıyız. Zira Ehl-i Beyt imâmları bu ümmetin ortak
paydasıdır. Ehl-i Beyt imâmlarından yüz cevirmek, Kûr'ân'dan yüz çevirmektir.
"O gün peygamber der ki: 'Ey Rabbim! Doğrusu bu kavmim
Kûr'ân'ı mahcur (terek edilmiş olarak) bıraktı." (Furkan: 30)
Yüce Rabbimiz bizleri bu şikayetin muhatabı olmaktan muhafaza buyursun...