İki Din İki İslâm

GİRİŞ: 28.04.2022 09:33      GÜNCELLEME: 28.04.2022 09:33
Rasthaber -  Sayın okuyucumuz, başlığımıza bakarak, "birçok din var ama İslâm bir tanedir" diyeceksiniz. Elbette ki, Yüce Rabbimiz'in nezdinde din bir tanedir o da İslâm'dır. (Al-i İmrân:19)

Fakat yazılı metinlerde ve pratikteki uygulamalara baktığımızda bir tarafta tahrifata uğramamış haliyle öz Muhammedî İslâm var, diğer tarafta ugulamada tahrif ve tahribata uğratılmış birçok din ve iki ayrı İslâm anlayışı var.

Somut örneklemelerle yolumuza devam edecek olursak. Birgün Sevgili Peygamberimiz Beyt'ül Mal'dan ashabına taksimat yaparken bir sahabe hiddetli bir şekilde ve hörelenerek, "Adil ol ya Muhammed" diyor. Allah Resulü, şaşkınlığını gizleyerek gayet sakin bir şekilde, "Ey sevgili kardeşim, Muhammed adil olmayacaksa kim adil olacak? Bu din yeryüzünde adalet kaim kılınsın diye inzal oldu." diyor. Zira Yüce Rabbimiz buyuruyor ki, "Yeryüzünde adaleti kaim kılmanız için Kûr'ân-ı ve mizanı indirdik." (Hadis: 25)

Elbette bizim için "usvetun hasene" (rol-model) olan Allah Resulü bu ilâhî emri en iyi ve en mükemmel bir şekilde uygulayan kişidir. Çünkü Rabbimiz onun hakkında şöyle buyuruyor: "Ey Muhammed, muhakkak ki sen yüce bir ahlâk üzeresin." (Kalem: 4) Bir başka ayet-i kerimede ise, "Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ: 107) diye buyrulmaktadır. Yüce ahlâk üzere ve ismet sıfatına sahip olan bir peygamberin adil olmayacağına dair nasıl bir düşünce hasıl olabilir? Âlemlere rahmet olarak gönderilen peygamber adil olmazsa, "âlemlere rahmet" olmasının anlamı olur mu? Elbette o günkü Arap toplumunun sosyolajik yapısı ve insanların yabanıl mantalitesi göz önünde bulundurulması gerekmektedir.

Fakat bu hadiseden yola çıkarak bazı aklı evveller, "İşte efendim, peygamber de bir insandır, o da hata yapabilir" diyebilmektirler. Bu düşünce farklı evrilmelere yol açarak, "hata ve yanlış yapsa da, zalim ve fasık olsa da yöneticilerinize itaat edin" anlayışını beraberinde getirmiş. Yani peygamber de hata yapabiliyorsa yöneticilerin gayri adil işler yapmaları, hatta zalim olmaları hoş karşılanıp onlara itaat edilmesi gerektiği anlayışı yaygınlaşmış. Böylesi bir din anlayışı sapmadan başka bir şey değildir. Oysa öz Muhammedî İslâm mutlak doğruluğu ve mutlak adaleti emretmektedir. Hatta adalet olmazsa olmaz imân ilkesidir. Bir din anlayışı "zalim de olunabilir" derken, diğeri "mutlak adil olmak gerekir" diyor. Ne kadar büyük bir tezat, ne kadar büyük bir çelişki. Ne yazık ki ikisinin de adı İslâm! Hatta ilkinin müntesibi %70 oranında daha fazla.

Bakınız, Sevgili Peygamberimiz Medine'de 52 maddelik bir anayasa metni ile hukukun üstünlüğünü esas alarak İslâm'ı müesses bir nizama dönüştürmesiyle yüce dinimizin ön gördüğü adalet olgusu  mücessem bir yapıya bürünmüştü. Biz bu adalet anlayışını İmam Ali'nin uygulamalarında da görüyoruz. İmam Ali buyuruyor ki, "Devletin dini adalettir." "Sabredip âyetlerimize kesin olarak iman ettikleri zaman, onların içinden, buyruğumuzla doğru yolu gösteren imâmlar çıkardık." (Secde: 24) İmâm Ali ayette belirtilen bu özelliği ile ve mutahhar (33/33) olması hasebiyle adil bir yöneticiydi. Kendisine adeta metazori olarak biat ettiklerinde, o, "25 yıl önce neredeydiniz?" dercesine, "Bırakın beni, siz benim adalet anlayışıma tahammül edemezsiniz" ifadesini dile getirmişti. Nitekim ne Talha ve Zübeyir, ne onlar gibileri tahammül edemeyip isyan bayrağını çektiler. (Demek ki "Aşere-i Mübeşere" uydurma hadismiş.) İsyan ve itirazlara rağmen İmâm Ali adalet anlayışından ödün vermeyip şehadetine kadar yoluna devam etti...

Sevgili Peygamberimiz'in döneminde ise Medine'de tesis edilen ve bizim "Asr-ı Saadet" dediğimiz o zaman dilimi ibretamiz hadiselere dolu. Elbette, tarih boyu o dönem biz Müslümanlar için "numune-i timsâl"dir. Ayrıca o zaman dilimine "Medine-i Fazıla" denilmektedir. Fakat bütün bu "Saadet" ve Fazilet" tanımlamalarına rağmen Allah Resulü'nün o toplum içerisinde sıkıntılar yaşamadığı ve itaatsizliklere maruz kalmadığı anlamına gelmemektedir. Yukarıda verdiğimiz örnekle birlikte o dönemde Allah Resulü aslında insanların kendisine itaat etme konusunda bir hayli sıkıntılara maruz kalmıştı. Bizler hep Uhud Harbi'nde vuku bulan "Okçular Tepesi"deki itaatsizliği örnek olarak anmaktayız. Oysa  itaat konusunda Allah Resulü'nü çok üzenler olmuştu. Vefatına yakın, seçkin bilinen bir takım sahabeler de dahil olmak üzere Usame bin Zeyd'in komutasındaki orduya katılmama mazeretlerini hatırlayalım! Veya orduya katıldığı hâlde geri dönenler kimlerdi?

Sevgili Peygamberimiz'in vefatından sonra ise, Gadir-i Hum"da verilen sözler ve yapılan beyatlar Ben-i Said'in "Sakife"sinde unutulmuştu. Elbette o gün Sakife'de yaşananlar tarihi süreç içerisinde evrilerek daha ileri boyutlarda eksen kaymalarını  ve dinin farklı yorumlanmasını beraberinde getirmişti. Çünkü Sakife'de Nübüvvet olgusunun devamı olan imâmet misyonu ilâhî bir emir olmasına rağmen ilga edilmiş ve rafa kaldırılmıştı. Bir başka ifadeyle Sakife'de yaşanan "karşı devrim" hareketiyle İslâm ve Kûr'ân asli mecrasından çıkmış oldu.

"O gün peygamber der ki: 'Ey Rabbim! Doğrusu bu kavmim Kûr'ân'ı mahcur (terek edilmiş olarak) bıraktı." (Furkan: 30)

O günden sonra İslâm adeta iki kutba bölündü. Bir tarafta fasık da olsa, zalim de olsa, metazori olarak Müslümanların yönetimini ele geçirene, "İslam'ın bekâsı ve ümmetin birlik ve beraberliği" için (!) itaat anlayışı seküler bir mantıkla ve bir "oldu-bitti" ile devreye sokuldu. (Oysa böyle bir anlayışla zaten İslâm'ın bekâsına, geleceğine, İslâm'ın insicamına, istikrarına ve Müslümanların birliğine en büyük yıkıcı darbe vurulmuş olmaktadır.)

Elbette ki, bütün bu olumsuz gelişme ve hadsizce müdahalelere rağmen, hakkı gasp edilerek siyasetten men edilmiş "imâmet misyonu" mutahhar vasîler vasıtasıyla teoride ve yazılı metin olarak muhafaza edildi. Bu ayrı konu.. Fakat öte yandan, liyakat sahibi olmayanların pratikteki uygulamalarıyla yaşanan eksen kayması ümmete çok pahalıya mal oldu. Bir başka ifadeyle, Allah Resulü'nün Gadir-i Hum'daki vasiyetine itaat edilmeyişi beraberinde çapraşık bir din anlayışını da getirmiş oldu. Her ne kadar bazı yanlış uygulamalara müdahale edip ilk iki halifeye kadılık/danışmanlık yaptığı söylense de İmâm Ali'nin olması gereken yer ve mevki orası değildi. İmam Ali elbette yanlış uygulamalara müdahale etmesi ümmetin maslahatına ilişkin bir tutumdu. Asıl olması gerekeni ise Yüce Rabbimiz şöyle tasfir ediyor:  "Kendilerine doğru yol gösterilmediği süre doğruyu bulamayan mı uyulmaya layıktır, doğruyu bilen mi uyulmaya layıktır?" (Yunus: 35) Bakınız, mutlak bir hakikat olarak, öz Muhammedî İslâm'da ve beşerî idarî anlayışlarda liyakat esastır. Çünkü bu kural ontolojiktir. Bakınız, ilâhî bir misyon olarak İmam Ali "vasî" tayin edilmeseydi bile "liyakat ilkesi" nin gereği olarak "ilmin kapıs" ve "yaşayan/konuşan Kur'an" tanımlamasının muhatabı İmam Ali işbaşına getirilmeliydi. Zira, Allah Teâlâ Nisâ Sûresi'nin 58'nci ayetinde, "İşi ehil olana verin" diyor. Sakife'de buna gerek duymadılar.

25 yıl aradan sonra nadim oldular ve işi aslına rücu ettirdiler. Ancak 25 yıllık zaman zarfında köprünün altından çok sular aktı ve ümmet bünyesinde cahiliye taassubları zuhur etmeye başlamıştı. Kısacası İmâm Ali'nin yönetimi esnasında  itaatsizlikler ve baş kaldırmalar had safhaya çıktı. Cemel, Sıffin ve Nehrevan savaşları buna en somut örnektir. Sakife'de imâma itaatin farziyeti gerekli görülmeyince bu anlayış tarih boyu devam etti. Öyle ki Cemel, Sıffin ve Nehrevan hadiseleri, nübüvvetin devamı olan imâmet misyonuna itaat edilmesine gerek duymayan Sakife'deki anlayışın bir sonucudur. Fay hattı kırılması ve eksen kayması orada başladı.

Bir başka çarpık husus ise ümmetin bünyesindeki büyük bir kesim Sıffin katliamını "içtihad" olgusuna bağlamaktadır. Bu katliama girişen Muaviye'nin içtihatta bulunarak bu menfur işi yaptığını ve yanılmış olmasına rağmen bir sevap kazandığı iddia edilmektedir. Bu anlayış, bu inanç ümmet bünyesinde vuku bulan toplu cinayetlere meşrutiyet kazandırdı ve tarih boyunca bu tür cinayetlerin temel dayanağı oldu. Kerbelâ katliamı buna somut örnektir. Oysa Yüce Rabbimiz buyuruyor ki, "Taammüden bir insanı öldüren bütün insanları öldürmüş gibidir." Maide: 32) Diğer bir ayet-i kerimede yine sarsıcı bir ikazda bulunulmaktadır: "Taammüden bir insanı öldürenin yeri ebedi cehennemdir." (Nisa: 93) Sevgili Peygamberimiz ise muhtelif hadis-i şeriflerinde şöyle bir uyarılarda bulunmaktadır: "Benden sonra sakın ola ki, cahiliye dönemindeki gibi birbirinizin boynunu vurmayın." "Benden sonra yanlış yollara sapmayasınız diye size iki ağır emanet bırakıyorum. Birincisi Allah Teâlâ'nın kitabı Kûr'ân-ı Kerim, diğeri ise Kûr'ân-ı Kerim ile benim sünnetimin muhafızı ve müfessiri olan îtretim/Ehl-i Beyt'im." "Benden sonra Ehl-i Beyt'ime nasıl davranacağınıza dikkat edin." "Ben ilmin şehriyim, kapısı da Ali'dir. Bana o kapıdan gelin." Ali hak iledir, hak Ali iledir. Ali ne tarafa yönelse hak o taraftadır." "Yaşayan Kûr'an görmek isteyen Ali'ye baksın." "Ali Kûr'an-ı Natık'tır. (Konuşan Kûr'an'dır)" "Benim Ehl-i Beyt'im Nuh'un gemisi gibidir ona sığınan kurtuluşa erer yüz çeviren helâk olur." "İman etmedikçe cennete giremezsiniz, Ehl-i Beyt'imi ve birbirinizi sevmedikçe imân etmiş olamazsınız." "Ya Ali, seni ancak münafık olan sevmez." "Ya Ali, ben nasıl insanlarla Kûr'an'ın inzali hususunda mücadele ettiysem, sen de Kur'an'ın tevili hususunda uğraş ve çaba içerisinde olacaksın. Sana itiraz edenler olacak, benim nübüvvetimi inkar edenler olduğu gibi, benim nübüvvetimi kabul ettikleri halde senin vasiliğini kabul etmeyenler olacaktır." (Bu sonuncu hadis Hudeybiye Anlaşması" esnasında söylenmiş.)

Öz Muhammedî İslâm'da gönüllerin fethi esas alınırken diğer İslâm anlayışında Sıffin örneğinin bir başka versiyonu olan komşu beldelere "yalın kılıç saldırmak" var ve buna "fütuhat" denilmektedir. Nitekim Muaviye iktidarı ele geçirdiğinde bu yöntemle komşu beldelere saldırmıştı. Abbasiler de dahil olmak üzere tarih boyunca Muaviye'nin ardılları bu yöntemle toprak gaspına devam etmişlerdi. Viyana kapılarına kadar bu şekilde gelmişlerdi. Ayrıca 1512'den itibaren 1520 tarihine kadar Selim ismindeki padişahın yaptığı gibi 4 büyük, 4 küçük olmak üzere, 8 yıl boyunca 8 saldırı savaşının Müslüman halklara karşı yapılmış olması ve kardeş kanının dökülmüş olması gibi, tarihimiz bu acı hadiselerle doludur. Osmanlı'nın kuruluş aşamasında beylikler arası savaşları da bu sapmalara örnek gösterebiliriz. Osmanlı ile Karamanoğulları arasındaki tahakküm Savaşı'nın yüz yıl dolayında sürdüğünü biliyor musunuz? Oysa öz Muhammedî İslâm'da komşu beldelere yalın kılıç saldırma asla yoktur. (Bildiğiniz üzere yakın tarihimizde Saddam zalimi İran İslam Cumhuriyeti topraklarına saldırarak 8 yıl süren bu savaşta 1.5 milyon insanın ölümüne sebebiyet vermişti. Ayrıca Halepçe ve Ducayde'de kendi halkını kimyasal bombalarla katletmişti.)

Tahakküm ve hegemonya adına Müslüman bir topluluğa saldırmanın izah edilebilir bir mazereti olamaz. Müslüman olsun, gayri müslim olsun komşu beldelere saldırı asla caiz değildir. Aksine iyi ilişkiler geliştirmek vardır. Öz Muhammedî İslâm'da gayri müslim komşu beldelere "müellefe-i kulûb" kapsamında nakdi yardım ve bayındırlık hizmetleri götürmek vardır. Gönüller feth edilince topraklar/coğrafyalar üzerinde garantörlük/patronajlık ve inisiyatif kullanma hakkı beraberinde gelecektir. (ABD bugün dünyanın birçok ülkesine yönelik uyguladığı tahakküm, verdiği borç sayesindedir. Kimi ülkelere verdiği borçla tahakküm etmekte, kimilerine ise silah zoru ile/zorbalıkla tasallut edip hegemonya kurmakta.)

Öz Muhammedi İslam'ın misyonu ise olumsuzlukların bertaraf edilmesine ilişkindir. Bu yüzden yapılan yardımlarla o topraklar üzerinde vuku bulan olumsuzlukların bertaraf edilme sorumluluğu Müslümanlar üzerine hak ve mükellefiyet olarak tahakkuk etmektedir. "Dininiz hususunda sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmaya teşebbüs etmeyen gayri müslimlerle iyi ilişkiler geliştirmenizi Rabbiniz men etmemektedir." (Mümtehine: 8)

"Siz insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz. İyi olanı tesis eder, olumsuz olanı bertaraf edersiniz. (Al-i İmrân: 110)

Bu mükellefiyet tahakkuk ettirilmeyince tarih boyu barbarlık din anlayışı olarak yoluna devam etti. Elbette bunun sonucu olarak gelinen nokta itibariyle bugün İslâmofobi Batılı toplulukların bize bakış açısı oldu. Papa 16. Benedikct ne diyor: "Ben Muhammed denilen kişiyi elinde kılıç olan bir olarak tanıyorum." Bu ne demek? Çünkü Muhammed'i temsil ettiğini iddia eden ve halife olarak bilinen sultanların askerlerinin elinde kılıç ile Viyana kapılarına dayanma hadisesi var. Anlayacağınız sicil bozuk.. Ayrıca tarihin birçok döneminde olduğu gibi bugün itibariyle de Müslümanların etnik veya başka sebeplerden dolayı çatıştıklarını ve birbirlerini kestiklerini görüyoruz. Anlayacağınız sicil bugün de bozuk.. Özellikle Suriye ve Irak'ta IŞİD denilen terör örgütünün insanlık dışı katliamlarına ve sergiledikleri vahşete bütün dünya tanık oldu. Maatteessüf ki, Kerbela örneğinde olduğu gibi, bütün o canavarlıkları İslâm adına yaptılar. Daha çok sevap kazanma düşüncesiyle abdest alıp tekbirler getirerek o insanlık dışı cinayetleri işlediler. Onların anladığı İslâm ile öz Muhammedî İslâm bir olabilir mi? Aslında uç noktadan örnek vermiş olduk. Bu canavarlıkları İslâm dünyasının binde biri bile kabul etmez. Fakat Sakife'deki müdahale ile tedavüle sokulan İslâm anlayışında gelinen sonuç bu...

Asıl olarak ve yaygın şekliyle bugün tedavülde olan bu yanlış İslâm anlayışında saymakla bitiremeyeceğimiz bidat ve hurafeler var ki bunlar içselleştirilmiş ve yaşam biçimine dönüştürülmüş. Şunu bilmiş olalım ki, Müslümanlar topyekûn olarak öz Muhammedî İslâm'a rücu etmediği süre mevcut olan çok yönlü keşmekeşlikler, bin bir çeşit bidat, hurafe ve yobazlıklar devam edecektir. Ayrıca ve asıl olarak şu hakikati bilmiş olalım ki, tarih boyu olduğu gibi günümüzde de öz Muhammedî İslâm'ı temsil eden Muaviye ve ardılları değil, Ehl-i Beyt imâmlarıdır. Biz Ehl-i Beyt imâmlarının temsil ettiği öz Muhammedî İslâm'a sarılmalıyız. Zira Ehl-i Beyt imâmları bu ümmetin ortak paydasıdır. Ehl-i Beyt imâmlarından yüz cevirmek, Kûr'ân'dan yüz çevirmektir.

"O gün peygamber der ki: 'Ey Rabbim! Doğrusu bu kavmim Kûr'ân'ı mahcur (terek edilmiş olarak) bıraktı." (Furkan: 30)

Yüce Rabbimiz bizleri bu şikayetin muhatabı olmaktan muhafaza buyursun...


Ali Erdem Koral

YORUMLAR

REKLAM

İLGİLİ BAŞLIKLAR

REKLAM