Suriye Tartışmaları, "Kökü Dışarıda Olmak" Söylemi ve Politik Hafıza Üzerine

GİRİŞ: 20.12.2024 12:01      GÜNCELLEME: 20.12.2024 12:01
Rasthaber -  “Türkiye- ABD İlişkilerinin Psikolojisi” başlıklı kitabım bundan 7 yıl önce yayınlanmıştı. Bu kitapta ABD yörüngesine girişimizin psikolojik dinamiklerini siyaset psikolojisinin perspektifinden anlamaya gayret etmiştim. Tahmin ettiğimden uzun sürdü ve ortaya 600 sayfayı aşkın bir kitap çıktı. Marshall Planı, NATO’ya girişimiz, Kore Savaşı, Bağdat Paktı, Jüpiter füzeleri krizi, Johnson mektubu gibi 1945-1980 arası yaşanan pek çok konuyu ele almaya çalıştım.

Çalışmanın sonucunda gördüğüm şey şuydu: Özellikle Menderes dönemindeki ABD/Batı’nın çıkarlarını besleyen politikalar “milli ve dini” söylemler eşliğinde yürütülüyordu ve bu politikalara yönelik eleştiriler getirmek “vatan hainliği” ve “kökü dışarıda olmak” ile itham ediliyordu. O dönemde ilginç olan bir şey daha vardı: Ülke “Halkçılar” ve “Demokratlar” olmak üzere tam bir kutuplaşma içindeydi. Öyle ki bazı köylerde/kasabalarda halkçıların gittiği kahveye demokratlar, demokratların gittiğine de halkçılar gitmiyordu. Hatta bazı yerlerde mezarlıkların bile ayrıldığı söyleniyordu. İç politikada durum böyleyken, dış politikadaki kararlar hükümetler üstü gibi sunuluyordu. Özellikle NATO ve ABD söz konusu olduğunda.

Örneğin, DP’nin Dış İşleri Bakanı Fuat Köprülü “Atlantik Antlaşması [NATO] bizim için milli bir siyasettir” demişti. Dolayısıyla o dönemde NATO’ya ya da Amerika’ya karşı olmak, Amerikan karşıtlığı olarak değil “milli menfaatlere karşıt olmak” şeklinde lanse ediliyordu.

Aynı şey Kore Savaşı’nda da yapılmıştı. Öncülüğünü Adnan Cemgil ve Behice Boran gibi şahsiyetlerin yaptığı Türkiye Barışseverler Cemiyeti (TBC) Kore Savaşı’na karşı çıkmış, bu savaşın Türkiye’nin değil ABD’nin menfaatleri uğruna yapıldığını söylemişti. Bunun üzerine Başbakan Adnan Menderes TBC’yi bakın nasıl itham etmişti: “Bu cemiyetin milletlerarası bir kökü olduğunu bilmekteyiz. Bu barışseverlerin sevdikleri barışın mahiyeti hakkında da malumatımız tamdır. Komünist tecavüzlerini Kore’de karşılamağa giderken içimizde aynı mahiyetteki tahrikâtın manasını Türk umumu efkârı anlamakta ve hükmünü vermekte elbette yanılmayacaktır.”

31 Temmuz 1950’de Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan beyanatında Dış İşleri Bakanı Fuat Köprülü’nün ifadeleri de aynı yönde ama daha sertti: “Bu tamamen komünizm propagandası ve komünist matbuatın lisanıdır. Maksatları milletlerin mukavemet kudretlerini içinden yıkmak ve böylece kolaylıkla yabancı ideolojilerin elinde esir olmalarını temenni etmektedir. Haddi zatında hükümetin verdiği karar, sulh ihtimallerini kuvvetlendirecek olan bir karardır... Kore’ye yardım hadisesinin memlekette bir huzursuzluk yaratacağı şayiaları komünizm yardakçıları ve spekülatörlerinin sözleridir.”

Kuşkusuz ne Sovyet Rusya sütten çıkmış ak kaşık, ne de komünizm sorunsuz bir ideolojiydi. Baskı, dayatma ve yayılmacılık söz konusuydu. Fakat gazetelerde sunulan Rusya imajı inanılmazdı. Tam bir “insandışılaştırma” faaliyeti yürütülüyordu. O dönemde atılan bazı gazete manşetlerini daha önceki bir yazımızdan alıntı yaparak tekrar paylaşmak istiyorum:

“Nazilerin ve Rusların İşkence Usulleri” (Cumhuriyet Gazetesi, 21 Aralık 1950)

 “Rusya’daki 14 Milyon Köle” (Cumhuriyet Gazetesi, 16 Şubat 1949)

“Eşekler Bile Kızıl Cehennemde Kalmıyor” (Dünya Gazetesi 12 Temmuz 1952)

“Stalin’in Açık Türk Düşmanlığı” (4 Aralık 1950)

 “Rusya’nın Atom Bombası Stokuna Dair Raporlar” (Cumhuriyet Gazetesi, 26 Ekim 1950).

“Sovyet Rusya Bundan Sonra Türkiye’ye mi Tecavüz Edecek?” (Cumhuriyet Gazetesi, 18 Kasım 1950)

Basın “komünizm korkusu” üretmek için akıl dışı haberler yapmaktan da çekinmiyordu. Örneğin Vakit Gazetesi’nin 16 Ekim 1952 tarihli nüshasının başlığı şuydu: “Harp Tarihlerinin Varamadığı Rakam: Kızıl Çarlık 30 Milyar 62 Milyon İnsan Öldürdü” Halbuki o tarihlerde dünya nüfusunun tamamı 2,5 milyar civarındaydı. Cumhuriyet Gazetesi’nin 17 Şubat 1949 tarihli nüshası ise Rusları “yam yam” olarak gösteren bir haber başlığıyla çıkmıştı: “Rusya’da İnsan Eti Yiyenler Var.” (Cumhuriyet Gazetesi, 17 Şubat 1949).

Linç Düzeninin İşleyişi: “ Dini ve Milli” Terminoloji

Bu haberlerin iki temel amacı vardı. Birincisi Sovyetler gibi “insanlık dışı” bir rejime karşı ABD’nin yanında durmayı meşrulaştırıyordu. İkincisi de hükümetin ABD çıkarlarıyla ortaklaştığı politikaları eleştirmeyi imkansızlaştırıyordu. Örneğin Kore Savaşı’na katılmanın yanlış olduğunu söylemek “insan eti yiyen yamyamları savunmak” anlamına getiriliyordu: Üstelik kendi ülkesine karşı!

Tabii ki, hükümeti destekleyen gazeteler de bu kişileri tek tek hedef gösteriyor ve ağır bir linçe tabi tutuyordu. Örneğin Milliyet Gazetesi’nin kurucusu Ali Naci Karacan, Kore Savaşı’na karşı çıkanları kökü dışarıda “mikroplar” olarak tanımlıyordu. İfadeleri aynen şöyleydi: “Bizi hayrete düşüren memleketimizdeki komünistlerin parlak siyasi fikirleri değildir. Bizi asıl hayrete düşüren Türkiye’yi Bulgaristan, Romanya, Macaristan sanan bu cins mikropların memleket bünyesi içinde Demokrat Parti iktidara geldikten sonra dahi hala yaşayabilmek ve ortalığı zehirlemek imkanını bulabilmeleri keyfiyetidir.”

Kısacası “temizleyin bu mikropları” demeye getiriyordu Karacan.

Hatta sonraları bu “mikroplara” karşı müstakil bir dergi de çıkarılmıştı. “Komünizme ve Komünistlere Karşı Türk Basını” isimli bu dergide Falih Rıfkı Atay Amerikan düşmanlığını Atatürk düşmanlığı ile eşitliyor, Amerika’nın Atatürk gibi sevilmesini öğütleyerek ABD yandaşlığımıza bambaşka bir boyut getiriyordu: “Türk milliyetçileri, eğer Atatürkçü iseniz, Amerikan hürriyetçiliğini ve insaniyetçiliğini, Atatürk gibi seviniz. Bütün dünyayı boyunduruğu altına sokmak isteyen Kızıl emperyalizm, karşısında tek engel gördüğü için, Amerikanlık düşmanıdır ve onu yaymaya çalışıyor!” Atay, yazısında ABD’nin Hiroşima ve Nagazaki’ye attığı atom bombalarını savunuyor, “Hiroşima bombası Stalin’in cüretini kırdı.” diyordu. Aynı dergide Falih Rıfkı Atay ile “komünizm düşmanlığı” ortak paydasında buluşan sağ cenahın güçlü kalemlerinden Ahmet Kabaklı da Komünizme karşı Batıcılığı savunuyor, son kertede İslamcılığın Batıcılıkla birleştiğini söylüyordu.[1]

Bunun gibi pek çok örnek verebiliriz. Fakat gerçek şuydu ki, Kore Savaşı NATO’ya girmek için ödenen bir bedeldi; kanlı bir bedel. Fakat halkımıza “iman”, “cihad”, “ rahmet”, “ezan” gibi kavramlarla sunuluyordu. Nitekim Diyanet İşleri Başkanlığı Kore Savaşı’nın “inananlar ile inanmayanlar” arasında bir savaş olduğunu söylemiş, Kore’nin “Allah yolu” olduğunu belirtmiş ve Kore’de ölenlerin şehit sayılacağını ifade etmişti.

DP’nin yayın organı konumunda olan Zafer gazetesinin başyazarı Mümtaz Faik Fenik şöyle tanımlıyordu Kore’ye gidişimizi: “Kahraman askerlerimiz kıtalar ötesi diyarda çarpışırken vatanımızın hudutlarını muhafaza için savaştıklarını bilecekler ve o imanla silahlarını kullanacaklardır. Kore Dağlarından aksedecek Allah Allah nidalarının biz şimdiden bütün sınırlarımızı koruduğunu hisseder gibi oluyoruz. İşte bu sesler bu aziz vatanımızın üzerine rahmet olacak ve beşeriyeti de milletimizle beraber huzura kavuşturacaktır.”

Bu arada ABD de Türkiye’de oluşturulan psikolojik iklimden gayet memnundu. Vatan gazetesinin muhabiri Altemur Kılıç’ın New York’tan geçtiği haberin başlığı insanın kanını coşturan cinstendi: “Türkler Geliyor!” Kılıç’ın aktardığına göre bir Amerikan gazetesi, Kore’ye asker gönderme kararımıza bu başlığı koymuştu.

Bu övgüler savaş başladıktan sonra da devam etti. ABD’li generaller askerlerimize madalyalar taktı. Ülkemizdeki gazeteler bunu “övünç” olarak halkımıza sundu (Aşağıdaki fotoğraf 24 Aralık 1950 tarihli Cumhuriyet gazetesinden). Ama ilginçtir ki, 14 yıl sonra Johnson Mektubu gelecek ve Kore gazileri ABD’nin tutumunu protesto etmek için madalyaları iade edecekti. Bu olay ve benzeri pek çok olay göstermişti ki, ABD ya da ABD başkanı bir ülkeyi övüyorsa o ülke “Nerede hata yapıyorum!” diye durup düşünmelidir. Ama ne mümkün! Durmayı da pek sevmiyoruz düşünmeyi de.



Suriye Tartışmaları,

Mümtaz Faik Fenik, Kore Savaşı’nın “rahmet” olacağını ve beşeriyete huzur getireceğini iddia etmişti. Tabii ki öyle olmadı. Ne beşeriyet huzura kavuştu ne de ülkemiz. Kore’de yaklaşık 4 milyon insan can verdi. Behice Boran ve arkadaşlarının haklı olduğu da 1964 Haziranında Johnson Mektubu geldiğinde anlaşılacaktı. Fakat daha acısı, o linçler yapılırken ABD ülkemize iyiden iyiye yerleşmiş, Türkiye’de yapısal bir dönüşümün köşe taşları çoktan döşenmişti. Bir de tabii ki ABD, Kore Savaşı’nı fırsat bilerek 36 ülkede 450 üs kurmuştu.

Suriye Tartışmaları, Politik Hafıza ve “Etki Ajanlığı”

Kuşkusuz köprünün altından çok sular aktı. O yıllardan bugüne çok şey değişti. Ama değişmeyen bazı şeyler var. İktidarın dış politika tercihleriyle uyuşmayan görüş ve fikirler “dini ve milli” kavramlar aracılığıyla mimleniyor; bu görüşleri savunan kişiler “etki ajanı” olmakla suçlanıyor. O yıllarda “komünizm” etiketi kullanılıyordu, şimdi etiketlerin sayısı ve çeşidi arttı. Bunun örneklerini “ İsrail’le ticaret” ve “Suriye” meselelerinde gördük, görmeye de devam ediyoruz. İktidarın söylemiyle aynı hizada durmayan kişi ve görüşler kah “dış güçlerin maşası” olmakla, kah “İrancı” olmakla, kah “solcu” olmakla, kah “hain”, “Esedçi”, “Şii”, “Nusayri” vs. olmakla suçlandı. Bu suçlamaların dayandığı işleyiş 1950’lerde kurulan linç düzeninin işleyişle benzer bir temele sahiptir: Kökü dışarıda olmak!

Kökü dışarıda olmak “yerli ve milli” olmamayı tanımlar. Yani “yabancı” olmayı; bu topraklarda doğmuş ve bu topluma ait olsalar da onların kökleri dışarıdadır. “Sünni” ya da “Türk” olsalar da bu değişmez. Onlar bir bakıma “evimizdeki düşman” ve “içimizdeki yabancı”dır. Kaleyi içten fethetmeyi amaçlayan “sinsi” bir hasım ve “takiyye” yapan bozgunculardır. Çünkü onlar iktidar “ticaret yok!” demesine ikna olmamakta ve özellikle “Suriye zaferi” ile ilgili “kafa karıştırıcı” sorular sormaktadır.

Burada ilginç bir nokta vardır: Bir kişiyi normal bir vatandaş olmaktan çıkarıp hızla “etki ajanlığı” suçlamasına hedef yapan şey nedir? Burada nasıl bir ölçü kullanılıyor? Bu propaganda nasıl bir işleyişe sahiptir?

Kanaatimce “kökü dışarıda olmak” söylemi tek başına yeterli değil; bu söylemin etkili olabilmesi politik hafızanın sıkı bir denetime tabi tutulmasını ve sürekli güncellenmesini içeren daha derinlikli bir işleyişi gerekli kılıyor. 

Çünkü yerli ve milliliği temsil eden siyasal iktidar ve onun teyid ettiği çevreler hedefe güdümlü “kökü dışarıda olmak” söylemini üretebilmek için olayları seçici bir dikkatle ayıklamak ve kendi yerli ve milliliklerine halel gelmeyecek şekilde bunları anlamlandırmak zorundadırlar.

Suriye meselesine tekrar döneceğim. Ancak kastettiğim şeyi açmak için öncelikle yine 1950’li yıllara gidip iki örnek vermek istiyorum.

Yukarıda anlattığım “Anti-Komünizm” ve “Anti-Sovyetçilik” dalgası -en azından anlattığım boyutlarda- ülkemize ne zaman geldi dersiniz? Benim görebildiğim kadarıyla bu 1945 sonrasıdır ve tamamen “soğuk savaş düzeni” ile ilgilidir. Mesela 24 Ocak 1945’te Akşam gazetesinde yayınlanan “Lenin’in Vatanperverliği ve Diğer Milletler Hakkındaki Düşünceleri” başlıklı yazıya bakalım. Yazının çıktığı gazeteye dikkatinizi çekmek isterim. Dönemin Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak’ın başyazarlığını yaptığı bir gazetedir bu ve yayınlandığı tarihte henüz II. Dünya Savaşı bitmemiştir. Yani ABD henüz Sovyet Rusya’yla müttefiktir ve yazı da bir bakıma devletin de durduğu yer hakkında ipucu verir. “Lenin bir hürriyet ve istiklal kahramanı, yığınların şefi ve teşkilatçısı, Kızılordunun kurucusu idi.”  diyen makale şu şekilde son bulur: “Sovyet vatanperverliği, bütün Rus milletlerini bir kardeşler ailesinin sinesinde sıkı surette birleştiriyor. Sovyetler Birliği’nin yenilmez kudreti buradadır.”

İkinci örnek Falih Rıfkı Atay’dan. Yukarıda Sovyetler ve komünizm hakkında neler söylediğini okudunuz. Halbuki Atay daha önce bunun tam tersini düşünüyordu. 1931 yılında yayınlanan “ Yeni Rusya” kitabında Rusya’ya yaptığı ziyareti anlatıyor, Rusya ve Türkiye’deki devrimi birbirine benzeterek “Büyük harpten beri esaslı ihtilal yalnız Türkiye ile Rusya’da olmuştur” diyordu. Hatta Rus Devrimi daha bir esaslıydı ona göre: “Türkler yalnız kendilerini düşünerek, Ruslar bütün insanlar için inkılap yaptılar.”

Şöyle devam ediyor Atay: “Başlangıçta iki inkılabın içinde bulunduğu şartların birbirine benzer noktalarını biraz anlatmıştım. Fakat en büyük benzerlik şudur: Ruslar büyük halk yığını içine komünizm gibi yepyeni bir müesseseyi yerleştirmeğe çalışıyorlar; Türk inkılabı da tıpkı onun gibi şarklı bir halk yığının içine garpçılık müessesini sokuyor.”.

Fark neydi? Neden 1945’in ocağında “vatanperver” ve “özgürlük kahramanı” olan Lenin, birkaç ay sonra Şeytan’a dönüşmüştü? Neden Falih Rıfkı için “komünizm gibi yepyeni bir müessese”, “bütün insanlar için yapılan inkılap” iken birkaç yıl sonra “kızıl emperyalizm” oluvermişti?

Dediğim gibi bunun cevabı Türkiye’nin II. Dünya Savaşı sonrasında tercihini ABD’den yana yapmış olmasıyla ilgiliydi. ABD ise 1946’dan itibaren Sovyet Rusya’yı asıl düşman ilan etmiş böylelikle ABD’nin düşmanı bizim de düşmanımız olmuştu. Dolayısıyla artık kültürel, ekonomik ya da askeri olarak ABD’den beslenmek “kökü dışarıda” olmak anlamına gelmiyordu. Bilakis bu “milli bir siyaset” idi. Hatta Falih Rıfkı’nın bakış açısına göre ABD’yi sevmek Atatürk milliyetçiliğinin turnusol kağıdıydı.

Bu örneklerde de görüleceği üzere dost ve düşman bir kez belirlendikten sonra tarih başta olmak üzere hemen her şey “seçici” bir şekilde yeniden inşa edilmeye başlanmaktadır. Örneğin Rusya artık sadece “ideolojik” değil aynı zamanda bizim “tarihi” yani “milli” düşmanımızdır. Bunu tahkim etmek için her iki devletin reddettikleri dönemde yaşananlar da dolaşıma sokulur. Bitmek tükenmek bilmeyen “Osmanlı-Rus” savaşları anlatılır. Halbuki güncel durumda ne Türkiye Osmanlı’yı ne de Sovyet Rusya Çarlık Rusya’sını kabul etmektedir. Lenin’in Kurtuluş Savaşı’nda yaptığı silah yardımı ise ya görmezden gelinir, ya da üzerinde durup anlam yüklemeye değmeyecek şekilde önemsizleştirilir. Hele hele Atatürk’ün Lenin’e yazdığı “Reis Yoldaş’a” diye başlayan mektupları hatırlamak adeta bir suçtur. Bu mektuplar yerine antikomünist olduğumuz dönemde çıkan “Komünizme ve Komünistlere Karşı Türk Basını” dergisinin her sayısına konulan ve Atatürk’e ait olduğu iddia edilen şu sözün hatırlanması gerekir: “Şurası unutulmamalıdır ki: Türk âleminin en büyük düşmanı Komünistliktir. Her görüldüğü yerde ezilmeli!”

Bu arada aynı şey tersinden yeni dostlarımız için de yapılır. İngilizlerin İstanbul’u işgali sanki hiç yaşanmamış gibidir. Kendisi İngilizler tarafından Malta’ya sürgüne gönderilen Hüseyin Cahit Yalçın anılarında bunu açıkça teklif eder. İngilizler kendisine haksızlık yapmış olsa da artık bunun pek önemi yoktur. Üzerinde durmaya eğmez. Ona göre yine de İngilizlerin dostluğunu kazanmak için çalışmalı, yönümüzü onlara dönmeliyizdir.

Bu örneklerde görüleceği üzere politik hafızamız iktidarın politik tercihine göre yeniden inşa edilmektedir. Bazı olaylar tarihe karışıp giderken, bazı olaylar tarihe geçer. Fakat bu, tarihe karışıp gidenlerin tamamen yok edildiği anlamına gelmez. Daha çok bir ambarın içine konulduğu anlamına gelir. İktidar aygıtı yeniden hatırlanmaya değer bulduğu zaman o ambarın içinden işine yarayanları çıkarıp dolaşıma sokacaktır.

Haitili tarihçi Michel-Rolph Trouillot “Geçmişi Susturmak: Tarihin Üretilmesi ve İktidar” kitabında tarihte kölelerin yaptığı ilk devrim olan Haiti devrimi neden hatırlanmaz iken, Fransız devriminin bütün bir dünya tarafından ezbere bilindiğini sorgular. Neden Robespierre ve Danton hafızalarımızda canlıyken, Haiti devriminin lideri Toussaint L'Ouverture bir Fransız hapishanesinde sessiz sedasız ölüp gitmiş ve unutulmuştur? Robespierre’i hikayeye dahil eden ve L'Ouverture’u hikayeden çıkaran kimdir?

Troulliot şu çarpıcı tespiti yapar: “Bazı kaynaklar hikayeye dahil edilir; haliyle, bu bazı başka kaynakların dışarıda bırakıldığı anlamına gelir. Bu saptama, yani kaynakların bir eleme sürecinden sonra ortaya çıktığı kimimiz için hayli bilindik olsa da aslında hatırlamak istemediğimiz kadar yakın bir zamanda kabul görmüştür.”

Son cümle önemlidir: “Hatırlamak istemediğimiz kadar yakın bir zamanda!” Yani, eleme işlemini herkes görmüş ve bazı oyuncular ve olaylar kayda geçirilirken bazıları tarihe karışmıştır. Herkes görmüştür ama hatırlamaması gerekir.

Suriye bu bağlamda daha olaylar yaşanırken hafızaların resetlenip yeniden inşa edildiği bir örnek olarak istisnai bir yere sahiptir.

Şimdiyi Unutmak ve Geleceği Hayal Etmek: “Makbul Terörist”

Suriye’de yaşanan gelişmeler hakkında konuşurken sorulması kaçınılmaz iki soru var: Birincisi Beşşar Esed tam olarak ne zaman zalim ve diktatör olmuştur? İkinci soru biraz daha çetrefilli: HTŞ ve liderinin tam olarak ne zaman “terörist” olmaktan çıkarılmasına karar verilmiştir?

Trouillot’tan yaptığım alıntıya tekrar dönüyorum: “Hatırlamak istemediğimiz kadar yakın bir zamanda!”

Yani, eleme işlemini herkes görmüş ve bazı oyuncular ve olaylar kayda geçirilirken bazıları tarihe karışmıştır. Herkes görmüştür ama hatırlamaması gerekir. Olaylar o kadar hızlı gelişmiştir ki, terör listesinden çıkarmaya fırsat bulamadıkları (ya da çıkarmakta kararsız oldukları) biri oyuna hem “terörist” hem “siyasetçi” olarak dahil olmuştur. Görevimiz artık şudur: Bize sunulan figürün o an inşa edilen “makbul” kimliğini hatırlamak ve yine mevcut olan ama geçmişte bırakmamız gereken “mel’un” kimliğini unutmak. Bunları aynı anda yapmamız gerekmektedir. Tabii ki, iktidar isterse bize unuttuğumuz kimliği yeniden hatırlatacak, hafızamızda olanı ise unutmamızı isteyecektir.

Bu, tarihin eşsiz bir ânıdır. Ortadoğu’da tarihin aynı anda hem yazılıp hem de silindiği eşsiz bir an. Tarihin bu kesitinde artık her şeyi olduğu gibi hatırlama hakkımız yoktur. Hafızamız tamamen bize ait değildir. Hatırladıklarımız “kökümüzle” ilgili bir fikir verecektir. İktidarın politik tercihleriyle çatışan şeyleri unutmak zorundayız. Tarihin bu eşsiz anında sormamamız gereken tehlikeli sorular vardır:

ABD, Avrupalı ülkeler ve BM’nin terör listesinde olan bir örgüt nasıl ve ne zaman “muhalif” ve “isyancı” olmuştur? Sırf adı “Muhammed” olduğu ya da Google’da “cihad” kelimesini arattığı için bir Müslüman’a vize vermeyen ya da havaalanlarında saatlerce bekleten Batı değil midir bu?

Önceleri “vahşi ve barbar” olarak tanımladıkları bir örgütü Batı basını neden “ılımlı cihadist” olarak tanımlamaya başlamıştır?

Başına 10 milyon dolar ödül koydukları Muhammed el-Colani’yle CNN International’ın henüz Şam düşmemişken röportaj yapmasında bir tuhaflık yok mudur?

8 Aralık’a kadar olayları izleyen İsrail’in o günden itibaren “kaşla göz arasında” koca bir ülkenin nasıl dişlerini söktüğü, kaburgalarını kırdığı ve bir daha çıkmamak üzere Suriye’ye yerleştiğini nasıl anlamlandırmalıyız?

Bir “terörist” ne zaman “makbul” hale gelir? Hangi “terör örgütü” tolere edilebilirdir?

Colani’yi İsmail Heniyye’den, Hasan Nasrallah’tan, Yahya Sinvar’dan, Fethi Şikaki’den, Ziyad Nahale’den farklı kılan nedir?

İlk soruya ise sadece bir soruyla cevap vermek istiyorum: Acaba Beşşar Esed bundan birkaç ay önce Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın uzattığı eli tutmuş olsaydı bugün Suriye’ye ilişkin politik hafızamız nasıl inşa edilirdi?

Suriye, İran ve Şiilik: Şah İsmail’i mi Hatırlamalıyız, Ayetullah Şeyh Fethullah’ı mı? 

Ortadoğu’nun kaderinin yeniden belirlenmeye çalışıldığı bugünlerde “Suriye meselesi” aynı zamanda bir İran meselesidir. Bu konuda da sormak zorunda olduğumuz bir soru var: İran tam olarak ne zaman ve hangi gerekçelerle bizim için bir “mesele” haline gelmiştir? Acaba İran’ı problem haline getiren “merkezi faktör” nedir? Mezhebi mi, tarihsel konumu mu ya da sıklıkla söylendiği gibi “küffara” tek bir kurşun sıkmış olmaması mı? Yoksa siyasal tercihlerinin bizim ülkemizden farklı olması mı?

Devam etmeden önce şunu belirtmekte fayda var: İran “meselesinde” tarihi problemlerin ve mezhepi ayrışmaların yapay olduğunu söylemek istemiyorum. Bilakis her iki gerekçenin de esaslı gerekçeler olduğu açıktır. Bu başlık altındaki amacım tarihin belirli bir kesitinde dolaşıma sokulan söylemlerin politik tercihlerle ilişkisini vurgulamaktır.

Kanaatime göre ne mezhep, ne tarihsel ilişkilerimiz ne de İran’ın “küffara” tek kurşun sıkmamış olduğu iddiası “merkezi faktör” değildir. Bunlar iktidarın siyasal tercihleri dikkate alarak politik hafızayı yeniden inşa etmek için kullanıldığı; eğer istenirse önemsizleşebilecek ya da bugünkü kadar önem atfedilmeyebilecek gerekçelerdir.

Benim anlayabildiğim kadarıyla Sovyetleri bizim için “mesele” haline getiren dinamik ile İran’ı “mesele” haline getiren dinamik benzerdir. Yalnız aralarında tarih farkı vardır: Sovyetler 1945’ten sonra, İran 1979’dan sonra bizim için sorun teşkil etmeye başlamıştır. İkisini Türkiye için benzer kılan dinamik şudur: Sovyetler 1945’ten önce (II. Dünya Savaşı’nda) İran ise 1979’dan önce ABD’nin müttefikidir.

İran’ın 1979’a kadar Türkiye için “dost ve müttefik” olarak görüldüğünü daha önceki bazı yazılarımda ifade etmiştim. 1955’te imzalanan Bağdat Paktı’yla (1959’dan sonra CENTO) birlikte İran, Türkiye ile beraber ABD’nin liderliğindeki Sovyet karşıtı bloktaydı. Bu tarihlerde örneğin Necip Fazıl gibi dindar kesime yön veren kişiler ve Sebilürreşad gibi yine aynı çevrelere yön veren dergiler İran’la olan birlikteliğimizi destekliyor ve hatta “İslam Birliği” olarak yorumluyordu. Bu noktanın ayrıntısına girmeyeceğim, dileyen okuyucular dipnottaki yazılara bakabilir.[2]

Fakat 1979’dan sonra İran’a ilişkin söylem kurulurken İran’la olan “tarihi husumet” ve “mezhebi ayrışma” yaygın bir şekilde kullanılmıştır. Diğer bir ifadeyle İran’a ilişkin politik hafıza yeniden inşa edilmeye başlanmıştır. 1950’lerde Sovyetlere ilişkin hafızanın yeniden inşa edilmesinde kullanılan teknikler, 1979’dan sonra artık İran için kullanılacaktır. “Tarihi düşman” söylemi her iki ülke için de geçerlidir. Sovyetlerden farklı olarak İran için “mezhep” argümanı da vardır.

“Şiilik-Sünnilik” ve “Osmanlı-İran” ikilemleri politik hafızanın yeniden inşasında verimli damarlar olagelmiştir. “Yavuz Sultan Selim-Şah İsmail” ikilemi her iki damarı da kendinde birleştiren; dolaşıma sokulan husumete tarihsel ve mezhebi derinlik katan temel bir anlatı olmuştur.

Burada politik hafızanın neden böyle inşa edildiğini anlamak açısından şu soruyu cevaplamamız gerekir: Şiilik/İran hafızalarda Şah İsmail ile temsil edilirken neden Osmanlı’nın yanında İngilizlere karşı cihad fetvası veren Ayetullah Şeyh Fethullah’ı (Şeyhü’ş Şeria) kimse hatırlamamaktadır? Neden II. Abdülhamid döneminde ve Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı-İran ilişkilerindeki “Şii-Sünni” ittifakına ilişkin her iki ülkenin attığı adımlar yeterince bilinmemektedir?

Örneğin devletin yarı resmi gazetesi olan Tercüman-ı Hakikat gazetesi ile İran’da 1876’da  yayımlanan Ahter gazetesinde iki ülkenin yakınlaşması amacıyla İslam Birliğine ve Şii-Sünni yakınlaşmasına vurgu yapan yazılar yayınlanmıştır. Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde Ayetullah Naini’nin öncülüğünde 28 Şii alim Osmanlı Şeyhülislamı’nın “cihad” fetvasına iştirak etmişlerdir. Dahası bu alimler İngilizleri Irak’tan kovup Sünnilerle ortak bir devlet kurmak istemişlerdir.[3] Bu bağlamdaki olumlu örnekleri arttırmak mümkündür. Ancak bu örneklerin ayırt edici özelliği bu olumlu gelişmelerin siyasal koşullarla/tercihlerle ilişkisidir.

Sonuç

Bugüne ve Suriye meselesine tekrar dönecek olursak:

Kuşkusuz “linç dili” kullanılsa da bu, İran’a yönelik yapılan eleştirilerin dikkate alınmaması anlamına gelmiyor. İran’ın siyasal tercihlerinin sorgulanmaması anlamına gelmiyor. İran’daki “mezhepçi” ya da “ulusal çıkarları gözeten” yaklaşımların görmezden gelinmesi anlamına gelmiyor. Bunların hepsi tartışılabilir ve eleştirilebilir olmalıdır. Eğer bir taraf kendisini “hatadan beri” olarak görüyorsa bu hem tartışmayı hem de anlaşmayı imkansız kılar.

Ancak şu soruları da kendimize sormak zorundayız: Bu kavganın ne kadarı sahih/gerçekçi, ne kadarı üretilmiş? Ne kadarı konjonktürel, ne kadarı tarihsel? Ne kadarı ilkesel, ne kadarı stratejik ya da taktiksel? Acaba kısmen gerçekliği olan ama kısmen de üretilmiş bir kavganın mı taraflarıyız? Acaba tarafı olduğumuz kavga “şimdiki zamana” ait bir kavga mı, yoksa tarihsel dinamikleri mi var? Eğer tarihsel dinamikleri varsa bunu şimdiki zamana aktarırken analojik yanlışlar yapıyor olabilir miyiz? Acaba ilkelerin mi yoksa stratejik ya da taktiksel tercihlerin mi kavgasını veriyoruz?

Ve benim açımdan asıl soru şudur: Coğrafyamız ABD, İngiltere ve İsrail işgali altındayken bölgemizin yerleşik unsurları arasındaki dini, mezhebi ve etnik farklılıkları derinleştirmeyi mi yoksa bu ayrımları yumuşatmayı mı tercih etmeliyiz?

Tercihlerimiz neyi unutacağımızı, neyi hatırlayacağımızı ve gelecek nesillerin de hafızasını etkileyecektir.

 Dipnotlar:

[1] Derginin ikinci sayısında yayınlanan “Gerici Batı!” yazısında Kabaklı şöyle diyor: “Batıyı, yani 3000 yıllık medeniyeti, kültürü, ilmi, düşünceyi, sanatı öyle bir kalemde çiğneyip atınca, ne kalıyor geriye? Bir İslâmcılık bir de Sovyetçilik... Berkes ve yoldaşları elbet İslâmcı olamazlar. Ne onların ahlak, iz’an ve meşrebi elverir buna ne de İslâm Türk midesi kaldırabilir. Her İslâmcılık son hedefte Batıcılıkla birleşir. Rönesansla başlıyan bugünkü Batının üç sütunundan biri Antikite, biri Hıristiyanlık ise, bir sütunu da İslâm ilmi ve felsefesidir. Rönesansı hazırlayan başlıca mayanın, kah haçlıların yağmaları ile Kudüs ve Bağdat’tan kaçırıldığını ve kah, Endülüs Müslümanları eliyle Avrupa’ya sokulduğunu kim inkar edebilir?”
[2] https://www.milligazete.com.tr/makale/5586653/mucahit-gultekin/bagdat-paktindaki-irana-dost-d-8deki-irana-dusmanizhttps://www.milligazete.com.tr/makale/3583792/mucahit-gultekin/dostumuzu-dusmanimizi-neye-gore-belirliyoruz,
[3] Ayrıntılar ve diğer örnekler için bkz. Cemil Hakyemez, Osmanlı-İran İlişkileri ve Şii-Sünni İttifakı, Kitap Yayınevi, 2014.

islamianaliz

 

YORUMLAR

REKLAM

İLGİLİ BAŞLIKLAR

REKLAM