Ehl-i Beyt Gerçeği

GİRİŞ: 12.03.2023 17:42      GÜNCELLEME: 12.03.2023 17:42
Rasthaber - Şûrâ Sûresi'nin 23'ncü ayetinden mütevellit her Müslüman birey için Ehl-i Beyt'i sevmek ve onlara velâyet bağı ile ihtiram göstermek imânî bir vecibedir. Şunu açık bir şekilde ifade etmiş olalım ki, bu işin mezheple hiçbir alakası yoktur. Zira Ehl-i Beyt hakikati mezhebî ve fıkhî çıkarsamalarla (içtihadla) temayüz etmiş bir olgu değildir...

Her şeyden önce Ehl-i Beyt olgusu Kûr'ânî bir hakikattir. Bunun yanı sıra Ehl-i Beyt gerçeği, "Sahih Sünnet" ile çok sarih bir şekilde beyan edilmiş, inkârı mümkün olmayan ilâhî bildirimli bir hakikat olarak karşımızda durmaktadır. Bu nedenle inkâr edilmesi durumunda kişinin küfrü meşhûd gayyasına yuvarlanması söz konusudur.

Hâl böyle iken, nasıl olur da İslâm dünyasının belirli bir kesimi Ehl-i Beyt hakikatine kayıtsız ve bigâne kalabilir?

İslâm tarihi boyunca birtakım ihmâlkarlıklar ve vefasızlıklar yaşanmış. Bir taraftan da Ehl-i Beyt ile ümmet arasına setler/bariyerler konulmuş. Olayı baştan izah edecek olursak, özeklikle Sevgili Peygamberimiz'in vefatı ile Ehl-i Beyt hakikatine bigâne kalınıp boş sayılan otoritenin yerine Ensar topluluğundan Saad bin Ubade'nin halife seçilme teşebbüsü ve o esnada cereyan eden hadiseler, ardından 30 yılı aşan bir süre sonra Emevîler'in iktidara gelme teşebbüsleriyle birlikte Ehl-i Beyt düşmanlığı da ayyuka çıkmıştı. Sıffin Savaşı'nı hatırlayalım! Ardından Kerbelâ katliamının gerçekleştirilmesi ve sonrasında uzun yıllar boyunca sürdürülen Ehl-i Beyt düşmanlığı ümmet nezdinde velâyet olgusunun unutulmasına da sebep oldu. Söz konusu bu hadiseler tarihte kalmış olmasına rağmen bugün Ehl-i Beyt gerçeğinin Müslümanlar nezdindeki konumu ne yazık ki İslâm ümmetinin büyük bir kesimi tarafından bilinmemektedir. Bazı kesimler ise, "Ehl-i Beyt imâmları bizim manevî liderlerimizdir" diyerek onları sadece bu düzlemde sahiplenmektedirler. Oysa onların temsil ettiği makam sadece manevî alanla sınırlı değil. Bakınız, Kûr'ân ve Sünnet sosyal hayata ilişkin bir takım hükümleri sunuyorsa ve Sevgili Peygamberimiz'in (Medine'de) toplumsal düzenin tanzimine ilişkin hukukun üstünlüğünü esas alan bir anayasal düzen örnekliği varsa, doğal olarak Peygamberimiz'in vasîleri olan Ehl-i Beyt imâmlarının da bu misyonu üstlenmeleri mantıksal bir zorunluluktur. Buna engel olundu diye bu gerçeği yok sayamayız. Geçmiş tarihlerde yaşayanlar için Kûr'ân'ın ifadesiyle, "Onlar bir ümmetti geldi geçti. Onların yapıp ettikleri kendilerine, sizin yapıp ettiğiniz size." (Bakara:134;141) diyerek biz bugün kendimize bakmalıyız. Bakınız, biz Müslümanlar olarak Kûr'ân ve Sünnet'ten mesûl olduğumuz gibi Kûr'ân ve Sünnet'in muhafızı ve müfessiri olan Ehl-i Beyt'in velâyetinden de de sorumluyuz. "Ey Resûlüm de ki: 'Bu tebliğime karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Ancak Ehl-i Beyt'ime meveddet göstermenizi istiyorum." (Şûra:23) Sevgili Peygamberimiz bir Hadis-i Şerif'lerinde şöyle buyuruyor: "Benden sonra yanlış yollara sapmayasınız diye size iki ağır emanet bırakıyorum. Bunlardan ilki Allah'ın kitabı Kûr'ân-ı Kerim, diğeri ise Kûr'ân-ı Kerim ile benim sünnetimin muhafızı ve müfessiri olan Ehl-i Beyt'im. Bunlardan yüz çevirmediğiniz süre dalalete düşmezsiniz. Benim Ehl-i Beyt'im Nuh'un gemisi gibidir. Ona sığınan kurtuluşa erer, yüz çeviren helâk olur." Şia ve Sünnî kaynaklarında meşhur olan bu "Sahih Hadis" biz İslâm ümmeti için kati bir şekilde bağlayıcılık arz etmektedir. Bilindiği üzere liyâkat dünyevî makam ve yönetim anlayışında da belirleyicidir. Şöyle açıklık getirmiş olalım: Eğer Ehl-i Beyt hakkında söz konusu ettiğimiz kat'i/kesin nass olmasa bile bu belirleyici ilkeden yola çıksak bile adres yine Ehl-i Beyt'i gösteriyor. Zira ilimde en üstün vasıflara sahip olan onlardır. "Hiç bilenlere bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer:9) Bir Hadis-i Şerif'te Sevgili Peygamberimiz şöyle buyuruyor: "Ben ilmin şehri isem, kapısı da Ali'dir, bana o kapıdan gelin."

Bilindiği üzere İmâm Ali, risalet süresi boyunca, yani 23 yıl Sevgili Peygamberimiz'in dizinin dibinden ayrılmamış, her inzâl olan ayetle ilgil tam teferruatlı bir şekilde bilgilenme imkânını yaşayan tek kişi o olmuştu. Nazil olan ayetlerin muhkem mi, müteşabih mi, mutlak mı, mukayyet mi, nasuh mu, mensuh mu, siyâk ve sibâkıyla tam teferruatlı olarak bilgilendirilen ilk kişi, ilk öğrenen ve bütün bunları hıfzetmiş olan İmâm Ali'den başkası değildi. Kısacası ilim ve liyakatte en üstün sahabe İmâm Ali idi. Bunu zaten hiç kimse inkâr etmiyor. Ancak Arap geleneklerinde en bilge insan en yaşlı kişi olarak kabul gördüğü için genç Ali'den inhiraf edilmiş ve en yaşlı sahabe Hazreç kabile reisi Saad bin Ubade halife seçilmek istenmişti. (Elbette işin içerisinde etnosantrik duygular ve kabile taassubu da vardı.) Kaynaklarda geçtiği üzere Saad bin Ubade, Sakife toplantısına sedye ile getirilmişti. Hattaboğlu Ömer'in itiraz etmesi ve Kuafe bin Ebu Bekir'i halife seçmesi ile İmâm Ali'nin vasîliği yok sayılmıştı. O ara İmâm Ali Sevgili Peygamberimiz'in cenazesinde gasil işi ile meşgûldü. Ne garip değil mi? Allah Resûlü Gadir-i Hum mevkiinde ve değişik zaman ve mekânlarda defaatle dile getirdiği İmâm Ali'nin vasîliği inkâr edilmiş ve yok sayılmıştı. İlerleyen zaman içerisinde ise Muâviye etrafına topladığı eşkiya sürüsü ile Ehl-i Beyt'e savaş ilân etmişti.

Sıffin denilen bölgede Muâviye'nin başlatmış olduğu bu savaşta on binlerce sahabe ölmüştü. Kerbelâ katlimında ise Emevîler'in Ehl-i Beyt'e olan düşmalığı ayyuka çıkmıştı.

Muâviye'nin İmâm Ali nezdinde Ehl-i Beyt'e olan düşmanlığından dolayı hutbelerde başlatmış olduğu Ehl-i Beyt'e lânet okuma ve küfretme geleneği 85 yıl kadar sürmüştü. Ömer bin Abdülaziz bu geleneği kaldırdığında insanlar bedduasız/telinsiz namaz kabul olmaz endişesiyle camilere gitmemeye başlamış.

Sadece insanların bu tutumu bile yüce dinimiz üzerinden nasıl alçakça algılar oluşturulduğu gerçeğini ortaya koyuyor. Din algısı "sırat-ı müstakim" olgusundan saptırılınca insanlar da bu tür tutumlar segileyebiliyor. Mutahhar (33/33) olmaları hasebiyle her biri yaşayan Kûr'ân/yaşayan zikir olan Ehl-i Beyt imâmlarından inhiraf etmenin sonucu bu tür yanlış anlayışların tezahür etmesine neden olmaktadır. "Benim zikrimden yüz çevirenlere yeryüzünde istikrarsız/sıkıntılı bir geçim vardır. Onlar kıyamet günü kör olarak haşr olacaklar." (Tâ Hâ:124)

"O gün Peygamber der ki, 'Ya Rabbi, bu ümmetim Kûr'ân'ı mahcûr/terk edilmiş bıraktı." (Fûrkan:30)

Bu şikâyetin muhatabı olmamak ve ahirette kör haşr edilmemek için Ehl-i Beyt gerçeğini ivedilikle kavramamız ve gereğince amel etmemiz gerekmektedir. İslâm ümmetinin bugün içerisinde bulunduğu duruma bakalım. Ayette belirtildiği üzere tarih boyunca olduğu gibi günümüzde de istikrarsız/sıkıntılı bir yaşamın muhatabı değil miyiz? Müslümanlar olarak tarihin hiçbir döneminde olması gerektiği gibi bir medeniyete ulaşamadık. Ümmeti din adına hep saltanat sahipleri yönetti. İmparatorluklar kuruldu ancak hiçbir şey olması gerektiği gibi olmadı. Gönüller feth edileceğine topraklar ele geçirildi. Ganimetler ve cariyelerdi hedeflenen. Saraylar ganimetlerle, cariyelerle debdebeli bir hayata dönüştü. Devşirmeler, hadım ağalığı vs. İslâm'ın ön gördüğü yönetim şekli bu değildi. İslâm ganimet toplamak, cariyeler almak için değil, yeryüzünde her türlü kötülüğü bertaraf etmek ve iyi olanı, insanlığa faydalı olanı tesis etmek, gelir dağılımında adaleti sağlamak, fakirliği, yoksulluğu, cehaleti ortadan kaldırmak ve böylece adil bir müesses nizam kurmayı hedef göstermekteydi. Ama bu olmadı. Bugün gelinen nokta itibariyle İslâm ümmeti 57 ulus devlete bölünmüş vaziyette. İran İslâm Cumhuriyeti'nin haricindeki hemen hemen bütün Müslüman ülkeler büyük şeytan ABD'nin şamar oğlanına dönmüş vaziyette. Bu ne kadar büyük bir zillet. Ama olur mu, mevcut yönetim erkleri tarafından insanların beyinleri öylesine dumura uğratılmış ki, insanlar ulus devlet sınırlarını kutsar olmuş. Her biri, "bana ne diğerinden, yeter ki komşudaki yangın bana sıçramasın, bana dokunmayan yılan bin yaşasın" diyorlar. Alın size Afganistan, Keşmir, Doğu Türkistan, Arakan/Myanmar, Yemen, Irak, Suriye ne hâlde? Hele Filistin ne durumda? Namus-u ekberimiz olan Filistin topraklarımız hâlâ Siyonist çetenin işgali altında. Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevî'nin içerisinde bulunduğu kutsal topraklarımız aşağılık Suud aşiretinin tasallutu altında. İslâm Birliği'ni tesis etmiş olmayışımız en büyük zillet aslında. Elin gâvuru dediğimiz Avrupa ülkeleri İkinci Dünya Savaşı'nda birbirlerini yediler ama sonra Yalta Konferansı ile hemen toparlanıp Avrupa Birliği'ni kurdular. Biz ise 57 ulus devlet olarak birbirimize karşı bigâneyiz. Böyle mi olmalıydık?

Bilmiş olalım ki bütün bunlar Ehl-i Beyt'ten ve Ehl-i Beyt misyonundan yüz çevirmemizin sonucudur. Allah Teâlâ'nın ve Sevgilisi Peygamberimiz'in buyruğu onlara sarılmamız, onları rehber edinmemizdi. Bu olmadı. Aksine ümmet olarak bugüne kadar zalim sultanlara, zalim yöneticilere muhatap olduk, onlara itaat eder olduk. Rabbimiz buyuruyor ki: "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Zalime meyletme, zalime itaat etme yoksa sana da ateş dokunur." (Hud: 112-113)

YORUMLAR

REKLAM

İLGİLİ BAŞLIKLAR

REKLAM