Çalışmanın sonucunda gördüğüm şey şuydu: Özellikle Menderes
dönemindeki ABD/Batı’nın çıkarlarını besleyen politikalar “milli ve dini”
söylemler eşliğinde yürütülüyordu ve bu politikalara yönelik eleştiriler
getirmek “vatan hainliği” ve “kökü dışarıda olmak” ile itham ediliyordu. O
dönemde ilginç olan bir şey daha vardı: Ülke “Halkçılar” ve “Demokratlar” olmak
üzere tam bir kutuplaşma içindeydi. Öyle ki bazı köylerde/kasabalarda
halkçıların gittiği kahveye demokratlar, demokratların gittiğine de halkçılar
gitmiyordu. Hatta bazı yerlerde mezarlıkların bile ayrıldığı söyleniyordu. İç
politikada durum böyleyken, dış politikadaki kararlar hükümetler üstü gibi
sunuluyordu. Özellikle NATO ve ABD söz konusu olduğunda.
Örneğin, DP’nin Dış İşleri Bakanı Fuat Köprülü “Atlantik
Antlaşması [NATO] bizim için milli bir siyasettir” demişti. Dolayısıyla o
dönemde NATO’ya ya da Amerika’ya karşı olmak, Amerikan karşıtlığı olarak değil
“milli menfaatlere karşıt olmak” şeklinde lanse ediliyordu.
Aynı şey Kore Savaşı’nda da yapılmıştı. Öncülüğünü Adnan
Cemgil ve Behice Boran gibi şahsiyetlerin yaptığı Türkiye Barışseverler
Cemiyeti (TBC) Kore Savaşı’na karşı çıkmış, bu savaşın Türkiye’nin değil
ABD’nin menfaatleri uğruna yapıldığını söylemişti. Bunun üzerine Başbakan Adnan
Menderes TBC’yi bakın nasıl itham etmişti: “Bu cemiyetin milletlerarası bir
kökü olduğunu bilmekteyiz. Bu barışseverlerin sevdikleri barışın mahiyeti
hakkında da malumatımız tamdır. Komünist tecavüzlerini Kore’de karşılamağa giderken
içimizde aynı mahiyetteki tahrikâtın manasını Türk umumu efkârı anlamakta ve
hükmünü vermekte elbette yanılmayacaktır.”
31 Temmuz 1950’de Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan
beyanatında Dış İşleri Bakanı Fuat Köprülü’nün ifadeleri de aynı yönde ama daha
sertti: “Bu tamamen komünizm propagandası ve komünist matbuatın lisanıdır.
Maksatları milletlerin mukavemet kudretlerini içinden yıkmak ve böylece
kolaylıkla yabancı ideolojilerin elinde esir olmalarını temenni etmektedir.
Haddi zatında hükümetin verdiği karar, sulh ihtimallerini kuvvetlendirecek olan
bir karardır... Kore’ye yardım hadisesinin memlekette bir huzursuzluk yaratacağı
şayiaları komünizm yardakçıları ve spekülatörlerinin sözleridir.”
Kuşkusuz ne Sovyet Rusya sütten çıkmış ak kaşık, ne de
komünizm sorunsuz bir ideolojiydi. Baskı, dayatma ve yayılmacılık söz
konusuydu. Fakat gazetelerde sunulan Rusya imajı inanılmazdı. Tam bir
“insandışılaştırma” faaliyeti yürütülüyordu. O dönemde atılan bazı gazete
manşetlerini daha önceki bir yazımızdan alıntı yaparak tekrar paylaşmak
istiyorum:
“Nazilerin ve Rusların İşkence Usulleri” (Cumhuriyet
Gazetesi, 21 Aralık 1950)
“Rusya’daki 14 Milyon
Köle” (Cumhuriyet Gazetesi, 16 Şubat 1949)
“Eşekler Bile Kızıl Cehennemde Kalmıyor” (Dünya Gazetesi 12
Temmuz 1952)
“Stalin’in Açık Türk Düşmanlığı” (4 Aralık 1950)
“Rusya’nın Atom
Bombası Stokuna Dair Raporlar” (Cumhuriyet Gazetesi, 26 Ekim 1950).
“Sovyet Rusya Bundan Sonra Türkiye’ye mi Tecavüz Edecek?”
(Cumhuriyet Gazetesi, 18 Kasım 1950)
Basın “komünizm korkusu” üretmek için akıl dışı haberler
yapmaktan da çekinmiyordu. Örneğin Vakit Gazetesi’nin 16 Ekim 1952 tarihli
nüshasının başlığı şuydu: “Harp Tarihlerinin Varamadığı Rakam: Kızıl Çarlık 30
Milyar 62 Milyon İnsan Öldürdü” Halbuki o tarihlerde dünya nüfusunun tamamı 2,5
milyar civarındaydı. Cumhuriyet Gazetesi’nin 17 Şubat 1949 tarihli nüshası ise
Rusları “yam yam” olarak gösteren bir haber başlığıyla çıkmıştı: “Rusya’da
İnsan Eti Yiyenler Var.” (Cumhuriyet Gazetesi, 17 Şubat 1949).
Linç Düzeninin İşleyişi: “ Dini ve Milli” Terminoloji
Bu haberlerin iki temel amacı vardı. Birincisi Sovyetler
gibi “insanlık dışı” bir rejime karşı ABD’nin yanında durmayı
meşrulaştırıyordu. İkincisi de hükümetin ABD çıkarlarıyla ortaklaştığı
politikaları eleştirmeyi imkansızlaştırıyordu. Örneğin Kore Savaşı’na
katılmanın yanlış olduğunu söylemek “insan eti yiyen yamyamları savunmak”
anlamına getiriliyordu: Üstelik kendi ülkesine karşı!
Tabii ki, hükümeti destekleyen gazeteler de bu kişileri tek
tek hedef gösteriyor ve ağır bir linçe tabi tutuyordu. Örneğin Milliyet
Gazetesi’nin kurucusu Ali Naci Karacan, Kore Savaşı’na karşı çıkanları kökü
dışarıda “mikroplar” olarak tanımlıyordu. İfadeleri aynen şöyleydi: “Bizi
hayrete düşüren memleketimizdeki komünistlerin parlak siyasi fikirleri
değildir. Bizi asıl hayrete düşüren Türkiye’yi Bulgaristan, Romanya, Macaristan
sanan bu cins mikropların memleket bünyesi içinde Demokrat Parti iktidara geldikten
sonra dahi hala yaşayabilmek ve ortalığı zehirlemek imkanını bulabilmeleri
keyfiyetidir.”
Kısacası “temizleyin bu mikropları” demeye getiriyordu
Karacan.
Hatta sonraları bu “mikroplara” karşı müstakil bir dergi de
çıkarılmıştı. “Komünizme ve Komünistlere Karşı Türk Basını” isimli bu dergide
Falih Rıfkı Atay Amerikan düşmanlığını Atatürk düşmanlığı ile eşitliyor,
Amerika’nın Atatürk gibi sevilmesini öğütleyerek ABD yandaşlığımıza bambaşka
bir boyut getiriyordu: “Türk milliyetçileri, eğer Atatürkçü iseniz, Amerikan
hürriyetçiliğini ve insaniyetçiliğini, Atatürk gibi seviniz. Bütün dünyayı
boyunduruğu altına sokmak isteyen Kızıl emperyalizm, karşısında tek engel
gördüğü için, Amerikanlık düşmanıdır ve onu yaymaya çalışıyor!” Atay, yazısında
ABD’nin Hiroşima ve Nagazaki’ye attığı atom bombalarını savunuyor, “Hiroşima
bombası Stalin’in cüretini kırdı.” diyordu. Aynı dergide Falih Rıfkı Atay ile
“komünizm düşmanlığı” ortak paydasında buluşan sağ cenahın güçlü kalemlerinden
Ahmet Kabaklı da Komünizme karşı Batıcılığı savunuyor, son kertede İslamcılığın
Batıcılıkla birleştiğini söylüyordu.[1]
Bunun gibi pek çok örnek verebiliriz. Fakat gerçek şuydu ki,
Kore Savaşı NATO’ya girmek için ödenen bir bedeldi; kanlı bir bedel. Fakat
halkımıza “iman”, “cihad”, “ rahmet”, “ezan” gibi kavramlarla sunuluyordu.
Nitekim Diyanet İşleri Başkanlığı Kore Savaşı’nın “inananlar ile inanmayanlar”
arasında bir savaş olduğunu söylemiş, Kore’nin “Allah yolu” olduğunu belirtmiş
ve Kore’de ölenlerin şehit sayılacağını ifade etmişti.
DP’nin yayın organı konumunda olan Zafer gazetesinin
başyazarı Mümtaz Faik Fenik şöyle tanımlıyordu Kore’ye gidişimizi: “Kahraman
askerlerimiz kıtalar ötesi diyarda çarpışırken vatanımızın hudutlarını muhafaza
için savaştıklarını bilecekler ve o imanla silahlarını kullanacaklardır. Kore
Dağlarından aksedecek Allah Allah nidalarının biz şimdiden bütün sınırlarımızı
koruduğunu hisseder gibi oluyoruz. İşte bu sesler bu aziz vatanımızın üzerine
rahmet olacak ve beşeriyeti de milletimizle beraber huzura kavuşturacaktır.”
Bu arada ABD de Türkiye’de oluşturulan psikolojik iklimden
gayet memnundu. Vatan gazetesinin muhabiri Altemur Kılıç’ın New York’tan
geçtiği haberin başlığı insanın kanını coşturan cinstendi: “Türkler Geliyor!”
Kılıç’ın aktardığına göre bir Amerikan gazetesi, Kore’ye asker gönderme
kararımıza bu başlığı koymuştu.
Bu övgüler savaş başladıktan sonra da devam etti. ABD’li generaller askerlerimize madalyalar taktı. Ülkemizdeki gazeteler bunu “övünç” olarak halkımıza sundu (Aşağıdaki fotoğraf 24 Aralık 1950 tarihli Cumhuriyet gazetesinden). Ama ilginçtir ki, 14 yıl sonra Johnson Mektubu gelecek ve Kore gazileri ABD’nin tutumunu protesto etmek için madalyaları iade edecekti. Bu olay ve benzeri pek çok olay göstermişti ki, ABD ya da ABD başkanı bir ülkeyi övüyorsa o ülke “Nerede hata yapıyorum!” diye durup düşünmelidir. Ama ne mümkün! Durmayı da pek sevmiyoruz düşünmeyi de.
Mümtaz Faik Fenik, Kore
Savaşı’nın “rahmet” olacağını ve beşeriyete huzur getireceğini iddia etmişti.
Tabii ki öyle olmadı. Ne beşeriyet huzura kavuştu ne de ülkemiz. Kore’de
yaklaşık 4 milyon insan can verdi. Behice Boran ve arkadaşlarının haklı olduğu da
1964 Haziranında Johnson Mektubu geldiğinde anlaşılacaktı. Fakat daha acısı, o
linçler yapılırken ABD ülkemize iyiden iyiye yerleşmiş, Türkiye’de yapısal bir
dönüşümün köşe taşları çoktan döşenmişti. Bir de tabii ki ABD, Kore Savaşı’nı
fırsat bilerek 36 ülkede 450 üs kurmuştu.
Suriye Tartışmaları, Politik
Hafıza ve “Etki Ajanlığı”
Kuşkusuz köprünün altından çok
sular aktı. O yıllardan bugüne çok şey değişti. Ama değişmeyen bazı şeyler var.
İktidarın dış politika tercihleriyle uyuşmayan görüş ve fikirler “dini ve
milli” kavramlar aracılığıyla mimleniyor; bu görüşleri savunan kişiler “etki
ajanı” olmakla suçlanıyor. O yıllarda “komünizm” etiketi kullanılıyordu, şimdi
etiketlerin sayısı ve çeşidi arttı. Bunun örneklerini “ İsrail’le ticaret”
ve “Suriye” meselelerinde gördük, görmeye de devam ediyoruz. İktidarın
söylemiyle aynı hizada durmayan kişi ve görüşler kah “dış güçlerin maşası”
olmakla, kah “İrancı” olmakla, kah “solcu” olmakla, kah “hain”, “Esedçi”,
“Şii”, “Nusayri” vs. olmakla suçlandı. Bu suçlamaların dayandığı işleyiş
1950’lerde kurulan linç düzeninin işleyişle benzer bir temele sahiptir: Kökü
dışarıda olmak!
Kökü dışarıda olmak “yerli ve
milli” olmamayı tanımlar. Yani “yabancı” olmayı; bu topraklarda doğmuş ve bu
topluma ait olsalar da onların kökleri dışarıdadır. “Sünni” ya da “Türk”
olsalar da bu değişmez. Onlar bir bakıma “evimizdeki düşman” ve “içimizdeki
yabancı”dır. Kaleyi içten fethetmeyi amaçlayan “sinsi” bir hasım ve “takiyye”
yapan bozgunculardır. Çünkü onlar iktidar “ticaret yok!” demesine ikna
olmamakta ve özellikle “Suriye zaferi” ile ilgili “kafa karıştırıcı” sorular
sormaktadır.
Burada ilginç bir nokta vardır:
Bir kişiyi normal bir vatandaş olmaktan çıkarıp hızla “etki ajanlığı”
suçlamasına hedef yapan şey nedir? Burada nasıl bir ölçü kullanılıyor? Bu
propaganda nasıl bir işleyişe sahiptir?
Kanaatimce “kökü dışarıda olmak”
söylemi tek başına yeterli değil; bu söylemin etkili olabilmesi politik
hafızanın sıkı bir denetime tabi tutulmasını ve sürekli güncellenmesini içeren
daha derinlikli bir işleyişi gerekli kılıyor.
Çünkü yerli ve milliliği temsil
eden siyasal iktidar ve onun teyid ettiği çevreler hedefe güdümlü “kökü
dışarıda olmak” söylemini üretebilmek için olayları seçici bir dikkatle
ayıklamak ve kendi yerli ve milliliklerine halel gelmeyecek şekilde bunları anlamlandırmak
zorundadırlar.
Suriye meselesine tekrar
döneceğim. Ancak kastettiğim şeyi açmak için öncelikle yine 1950’li yıllara
gidip iki örnek vermek istiyorum.
Yukarıda anlattığım
“Anti-Komünizm” ve “Anti-Sovyetçilik” dalgası -en azından anlattığım
boyutlarda- ülkemize ne zaman geldi dersiniz? Benim görebildiğim kadarıyla bu
1945 sonrasıdır ve tamamen “soğuk savaş düzeni” ile ilgilidir. Mesela 24 Ocak
1945’te Akşam gazetesinde yayınlanan “Lenin’in Vatanperverliği ve Diğer
Milletler Hakkındaki Düşünceleri” başlıklı yazıya bakalım. Yazının çıktığı
gazeteye dikkatinizi çekmek isterim. Dönemin Dışişleri Bakanı Necmettin
Sadak’ın başyazarlığını yaptığı bir gazetedir bu ve yayınlandığı tarihte henüz
II. Dünya Savaşı bitmemiştir. Yani ABD henüz Sovyet Rusya’yla müttefiktir ve
yazı da bir bakıma devletin de durduğu yer hakkında ipucu verir. “Lenin bir
hürriyet ve istiklal kahramanı, yığınların şefi ve teşkilatçısı, Kızılordunun
kurucusu idi.” diyen makale şu şekilde son bulur: “Sovyet
vatanperverliği, bütün Rus milletlerini bir kardeşler ailesinin sinesinde sıkı
surette birleştiriyor. Sovyetler Birliği’nin yenilmez kudreti buradadır.”
İkinci örnek Falih Rıfkı
Atay’dan. Yukarıda Sovyetler ve komünizm hakkında neler söylediğini okudunuz.
Halbuki Atay daha önce bunun tam tersini düşünüyordu. 1931 yılında yayınlanan
“ Yeni Rusya” kitabında Rusya’ya yaptığı ziyareti anlatıyor, Rusya ve
Türkiye’deki devrimi birbirine benzeterek “Büyük harpten beri esaslı ihtilal
yalnız Türkiye ile Rusya’da olmuştur” diyordu. Hatta Rus Devrimi daha bir
esaslıydı ona göre: “Türkler yalnız kendilerini düşünerek, Ruslar bütün
insanlar için inkılap yaptılar.”
Şöyle devam ediyor Atay:
“Başlangıçta iki inkılabın içinde bulunduğu şartların birbirine benzer
noktalarını biraz anlatmıştım. Fakat en büyük benzerlik şudur: Ruslar büyük
halk yığını içine komünizm gibi yepyeni bir müesseseyi yerleştirmeğe
çalışıyorlar; Türk inkılabı da tıpkı onun gibi şarklı bir halk yığının içine
garpçılık müessesini sokuyor.”.
Fark neydi? Neden 1945’in
ocağında “vatanperver” ve “özgürlük kahramanı” olan Lenin, birkaç ay sonra
Şeytan’a dönüşmüştü? Neden Falih Rıfkı için “komünizm gibi yepyeni bir
müessese”, “bütün insanlar için yapılan inkılap” iken birkaç yıl sonra “kızıl
emperyalizm” oluvermişti?
Dediğim gibi bunun cevabı
Türkiye’nin II. Dünya Savaşı sonrasında tercihini ABD’den yana yapmış olmasıyla
ilgiliydi. ABD ise 1946’dan itibaren Sovyet Rusya’yı asıl düşman ilan etmiş
böylelikle ABD’nin düşmanı bizim de düşmanımız olmuştu. Dolayısıyla artık
kültürel, ekonomik ya da askeri olarak ABD’den beslenmek “kökü dışarıda” olmak
anlamına gelmiyordu. Bilakis bu “milli bir siyaset” idi. Hatta Falih Rıfkı’nın
bakış açısına göre ABD’yi sevmek Atatürk milliyetçiliğinin turnusol kağıdıydı.
Bu örneklerde de görüleceği üzere
dost ve düşman bir kez belirlendikten sonra tarih başta olmak üzere hemen her
şey “seçici” bir şekilde yeniden inşa edilmeye başlanmaktadır. Örneğin Rusya
artık sadece “ideolojik” değil aynı zamanda bizim “tarihi” yani “milli”
düşmanımızdır. Bunu tahkim etmek için her iki devletin reddettikleri dönemde
yaşananlar da dolaşıma sokulur. Bitmek tükenmek bilmeyen “Osmanlı-Rus”
savaşları anlatılır. Halbuki güncel durumda ne Türkiye Osmanlı’yı ne de Sovyet
Rusya Çarlık Rusya’sını kabul etmektedir. Lenin’in Kurtuluş Savaşı’nda yaptığı
silah yardımı ise ya görmezden gelinir, ya da üzerinde durup anlam yüklemeye
değmeyecek şekilde önemsizleştirilir. Hele hele Atatürk’ün Lenin’e yazdığı
“Reis Yoldaş’a” diye başlayan mektupları hatırlamak adeta bir suçtur. Bu
mektuplar yerine antikomünist olduğumuz dönemde çıkan “Komünizme ve
Komünistlere Karşı Türk Basını” dergisinin her sayısına konulan ve Atatürk’e
ait olduğu iddia edilen şu sözün hatırlanması gerekir: “Şurası unutulmamalıdır
ki: Türk âleminin en büyük düşmanı Komünistliktir. Her görüldüğü yerde
ezilmeli!”
Bu arada aynı şey tersinden yeni
dostlarımız için de yapılır. İngilizlerin İstanbul’u işgali sanki hiç
yaşanmamış gibidir. Kendisi İngilizler tarafından Malta’ya sürgüne gönderilen
Hüseyin Cahit Yalçın anılarında bunu açıkça teklif eder. İngilizler kendisine
haksızlık yapmış olsa da artık bunun pek önemi yoktur. Üzerinde durmaya eğmez.
Ona göre yine de İngilizlerin dostluğunu kazanmak için çalışmalı, yönümüzü
onlara dönmeliyizdir.
Bu örneklerde görüleceği üzere
politik hafızamız iktidarın politik tercihine göre yeniden inşa edilmektedir.
Bazı olaylar tarihe karışıp giderken, bazı olaylar tarihe geçer. Fakat bu,
tarihe karışıp gidenlerin tamamen yok edildiği anlamına gelmez. Daha çok bir
ambarın içine konulduğu anlamına gelir. İktidar aygıtı yeniden hatırlanmaya
değer bulduğu zaman o ambarın içinden işine yarayanları çıkarıp dolaşıma
sokacaktır.
Haitili tarihçi Michel-Rolph
Trouillot “Geçmişi Susturmak: Tarihin Üretilmesi ve İktidar” kitabında tarihte
kölelerin yaptığı ilk devrim olan Haiti devrimi neden hatırlanmaz iken, Fransız
devriminin bütün bir dünya tarafından ezbere bilindiğini sorgular. Neden
Robespierre ve Danton hafızalarımızda canlıyken, Haiti devriminin lideri
Toussaint L'Ouverture bir Fransız hapishanesinde sessiz sedasız ölüp gitmiş ve
unutulmuştur? Robespierre’i hikayeye dahil eden ve L'Ouverture’u hikayeden
çıkaran kimdir?
Troulliot şu çarpıcı tespiti
yapar: “Bazı kaynaklar hikayeye dahil edilir; haliyle, bu bazı başka
kaynakların dışarıda bırakıldığı anlamına gelir. Bu saptama, yani kaynakların
bir eleme sürecinden sonra ortaya çıktığı kimimiz için hayli bilindik olsa da aslında
hatırlamak istemediğimiz kadar yakın bir zamanda kabul görmüştür.”
Son cümle önemlidir: “Hatırlamak
istemediğimiz kadar yakın bir zamanda!” Yani, eleme işlemini herkes görmüş ve
bazı oyuncular ve olaylar kayda geçirilirken bazıları tarihe karışmıştır.
Herkes görmüştür ama hatırlamaması gerekir.
Suriye bu bağlamda daha olaylar
yaşanırken hafızaların resetlenip yeniden inşa edildiği bir örnek olarak
istisnai bir yere sahiptir.
Şimdiyi Unutmak ve Geleceği Hayal
Etmek: “Makbul Terörist”
Suriye’de yaşanan gelişmeler
hakkında konuşurken sorulması kaçınılmaz iki soru var: Birincisi Beşşar Esed
tam olarak ne zaman zalim ve diktatör olmuştur? İkinci soru biraz daha
çetrefilli: HTŞ ve liderinin tam olarak ne zaman “terörist” olmaktan çıkarılmasına
karar verilmiştir?
Trouillot’tan yaptığım alıntıya
tekrar dönüyorum: “Hatırlamak istemediğimiz kadar yakın bir zamanda!”
Yani, eleme işlemini herkes
görmüş ve bazı oyuncular ve olaylar kayda geçirilirken bazıları tarihe
karışmıştır. Herkes görmüştür ama hatırlamaması gerekir. Olaylar o kadar hızlı
gelişmiştir ki, terör listesinden çıkarmaya fırsat bulamadıkları (ya da çıkarmakta
kararsız oldukları) biri oyuna hem “terörist” hem “siyasetçi” olarak dahil
olmuştur. Görevimiz artık şudur: Bize sunulan figürün o an inşa edilen “makbul”
kimliğini hatırlamak ve yine mevcut olan ama geçmişte bırakmamız gereken
“mel’un” kimliğini unutmak. Bunları aynı anda yapmamız gerekmektedir. Tabii ki,
iktidar isterse bize unuttuğumuz kimliği yeniden hatırlatacak, hafızamızda
olanı ise unutmamızı isteyecektir.
Bu, tarihin eşsiz bir ânıdır.
Ortadoğu’da tarihin aynı anda hem yazılıp hem de silindiği eşsiz bir an.
Tarihin bu kesitinde artık her şeyi olduğu gibi hatırlama hakkımız yoktur.
Hafızamız tamamen bize ait değildir. Hatırladıklarımız “kökümüzle” ilgili bir
fikir verecektir. İktidarın politik tercihleriyle çatışan şeyleri unutmak
zorundayız. Tarihin bu eşsiz anında sormamamız gereken tehlikeli sorular
vardır:
ABD, Avrupalı ülkeler ve BM’nin
terör listesinde olan bir örgüt nasıl ve ne zaman “muhalif” ve “isyancı”
olmuştur? Sırf adı “Muhammed” olduğu ya da Google’da “cihad” kelimesini
arattığı için bir Müslüman’a vize vermeyen ya da havaalanlarında saatlerce bekleten
Batı değil midir bu?
Önceleri “vahşi ve barbar” olarak
tanımladıkları bir örgütü Batı basını neden “ılımlı cihadist” olarak
tanımlamaya başlamıştır?
Başına 10 milyon dolar ödül
koydukları Muhammed el-Colani’yle CNN International’ın henüz Şam düşmemişken
röportaj yapmasında bir tuhaflık yok mudur?
8 Aralık’a kadar olayları izleyen
İsrail’in o günden itibaren “kaşla göz arasında” koca bir ülkenin nasıl
dişlerini söktüğü, kaburgalarını kırdığı ve bir daha çıkmamak üzere Suriye’ye
yerleştiğini nasıl anlamlandırmalıyız?
Bir “terörist” ne zaman “makbul”
hale gelir? Hangi “terör örgütü” tolere edilebilirdir?
Colani’yi İsmail Heniyye’den,
Hasan Nasrallah’tan, Yahya Sinvar’dan, Fethi Şikaki’den, Ziyad Nahale’den
farklı kılan nedir?
İlk soruya ise sadece bir soruyla
cevap vermek istiyorum: Acaba Beşşar Esed bundan birkaç ay önce Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın
uzattığı eli tutmuş olsaydı bugün Suriye’ye ilişkin politik hafızamız nasıl
inşa edilirdi?
Suriye, İran ve Şiilik: Şah
İsmail’i mi Hatırlamalıyız, Ayetullah Şeyh Fethullah’ı mı?
Ortadoğu’nun kaderinin yeniden
belirlenmeye çalışıldığı bugünlerde “Suriye meselesi” aynı zamanda bir İran
meselesidir. Bu konuda da sormak zorunda olduğumuz bir soru var: İran tam
olarak ne zaman ve hangi gerekçelerle bizim için bir “mesele” haline gelmiştir?
Acaba İran’ı problem haline getiren “merkezi faktör” nedir? Mezhebi mi,
tarihsel konumu mu ya da sıklıkla söylendiği gibi “küffara” tek bir kurşun
sıkmış olmaması mı? Yoksa siyasal tercihlerinin bizim ülkemizden farklı olması
mı?
Devam etmeden önce şunu
belirtmekte fayda var: İran “meselesinde” tarihi problemlerin ve mezhepi
ayrışmaların yapay olduğunu söylemek istemiyorum. Bilakis her iki gerekçenin de
esaslı gerekçeler olduğu açıktır. Bu başlık altındaki amacım tarihin belirli bir
kesitinde dolaşıma sokulan söylemlerin politik tercihlerle ilişkisini
vurgulamaktır.
Kanaatime göre ne mezhep, ne
tarihsel ilişkilerimiz ne de İran’ın “küffara” tek kurşun sıkmamış olduğu
iddiası “merkezi faktör” değildir. Bunlar iktidarın siyasal tercihleri dikkate
alarak politik hafızayı yeniden inşa etmek için kullanıldığı; eğer istenirse
önemsizleşebilecek ya da bugünkü kadar önem atfedilmeyebilecek gerekçelerdir.
Benim anlayabildiğim kadarıyla
Sovyetleri bizim için “mesele” haline getiren dinamik ile İran’ı “mesele”
haline getiren dinamik benzerdir. Yalnız aralarında tarih farkı vardır:
Sovyetler 1945’ten sonra, İran 1979’dan sonra bizim için sorun teşkil etmeye başlamıştır.
İkisini Türkiye için benzer kılan dinamik şudur: Sovyetler 1945’ten önce (II.
Dünya Savaşı’nda) İran ise 1979’dan önce ABD’nin müttefikidir.
İran’ın 1979’a kadar Türkiye için
“dost ve müttefik” olarak görüldüğünü daha önceki bazı yazılarımda ifade
etmiştim. 1955’te imzalanan Bağdat Paktı’yla (1959’dan sonra CENTO) birlikte
İran, Türkiye ile beraber ABD’nin liderliğindeki Sovyet karşıtı bloktaydı. Bu
tarihlerde örneğin Necip Fazıl gibi dindar kesime yön veren kişiler ve
Sebilürreşad gibi yine aynı çevrelere yön veren dergiler İran’la olan
birlikteliğimizi destekliyor ve hatta “İslam Birliği” olarak yorumluyordu. Bu
noktanın ayrıntısına girmeyeceğim, dileyen okuyucular dipnottaki yazılara
bakabilir.[2]
Fakat 1979’dan sonra İran’a
ilişkin söylem kurulurken İran’la olan “tarihi husumet” ve “mezhebi ayrışma”
yaygın bir şekilde kullanılmıştır. Diğer bir ifadeyle İran’a ilişkin politik
hafıza yeniden inşa edilmeye başlanmıştır. 1950’lerde Sovyetlere ilişkin
hafızanın yeniden inşa edilmesinde kullanılan teknikler, 1979’dan sonra artık
İran için kullanılacaktır. “Tarihi düşman” söylemi her iki ülke için de
geçerlidir. Sovyetlerden farklı olarak İran için “mezhep” argümanı da vardır.
“Şiilik-Sünnilik” ve
“Osmanlı-İran” ikilemleri politik hafızanın yeniden inşasında verimli damarlar
olagelmiştir. “Yavuz Sultan Selim-Şah İsmail” ikilemi her iki damarı da
kendinde birleştiren; dolaşıma sokulan husumete tarihsel ve mezhebi derinlik
katan temel bir anlatı olmuştur.
Burada politik hafızanın neden
böyle inşa edildiğini anlamak açısından şu soruyu cevaplamamız gerekir:
Şiilik/İran hafızalarda Şah İsmail ile temsil edilirken neden Osmanlı’nın
yanında İngilizlere karşı cihad fetvası veren Ayetullah Şeyh Fethullah’ı (Şeyhü’ş
Şeria) kimse hatırlamamaktadır? Neden II. Abdülhamid döneminde ve Birinci Dünya
Savaşı’nda Osmanlı-İran ilişkilerindeki “Şii-Sünni” ittifakına ilişkin her iki
ülkenin attığı adımlar yeterince bilinmemektedir?
Örneğin devletin yarı resmi
gazetesi olan Tercüman-ı Hakikat gazetesi ile İran’da 1876’da yayımlanan
Ahter gazetesinde iki ülkenin yakınlaşması amacıyla İslam Birliğine ve
Şii-Sünni yakınlaşmasına vurgu yapan yazılar yayınlanmıştır. Birinci Dünya Savaşı
patlak verdiğinde Ayetullah Naini’nin öncülüğünde 28 Şii alim Osmanlı
Şeyhülislamı’nın “cihad” fetvasına iştirak etmişlerdir. Dahası bu alimler
İngilizleri Irak’tan kovup Sünnilerle ortak bir devlet kurmak
istemişlerdir.[3] Bu bağlamdaki olumlu örnekleri arttırmak mümkündür. Ancak bu
örneklerin ayırt edici özelliği bu olumlu gelişmelerin siyasal
koşullarla/tercihlerle ilişkisidir.
Sonuç
Bugüne ve Suriye meselesine
tekrar dönecek olursak:
Kuşkusuz “linç dili” kullanılsa
da bu, İran’a yönelik yapılan eleştirilerin dikkate alınmaması anlamına
gelmiyor. İran’ın siyasal tercihlerinin sorgulanmaması anlamına gelmiyor.
İran’daki “mezhepçi” ya da “ulusal çıkarları gözeten” yaklaşımların görmezden
gelinmesi anlamına gelmiyor. Bunların hepsi tartışılabilir ve eleştirilebilir
olmalıdır. Eğer bir taraf kendisini “hatadan beri” olarak görüyorsa bu hem
tartışmayı hem de anlaşmayı imkansız kılar.
Ancak şu soruları da kendimize
sormak zorundayız: Bu kavganın ne kadarı sahih/gerçekçi, ne kadarı üretilmiş?
Ne kadarı konjonktürel, ne kadarı tarihsel? Ne kadarı ilkesel, ne kadarı
stratejik ya da taktiksel? Acaba kısmen gerçekliği olan ama kısmen de üretilmiş
bir kavganın mı taraflarıyız? Acaba tarafı olduğumuz kavga “şimdiki zamana” ait
bir kavga mı, yoksa tarihsel dinamikleri mi var? Eğer tarihsel dinamikleri
varsa bunu şimdiki zamana aktarırken analojik yanlışlar yapıyor olabilir miyiz?
Acaba ilkelerin mi yoksa stratejik ya da taktiksel tercihlerin mi kavgasını
veriyoruz?
Ve benim açımdan asıl soru şudur:
Coğrafyamız ABD, İngiltere ve İsrail işgali altındayken bölgemizin yerleşik
unsurları arasındaki dini, mezhebi ve etnik farklılıkları derinleştirmeyi mi
yoksa bu ayrımları yumuşatmayı mı tercih etmeliyiz?
Tercihlerimiz neyi unutacağımızı,
neyi hatırlayacağımızı ve gelecek nesillerin de hafızasını etkileyecektir.
Dipnotlar:
[1] Derginin ikinci sayısında yayınlanan “Gerici Batı!” yazısında Kabaklı şöyle
diyor: “Batıyı, yani 3000 yıllık medeniyeti, kültürü, ilmi, düşünceyi, sanatı
öyle bir kalemde çiğneyip atınca, ne kalıyor geriye? Bir İslâmcılık bir de
Sovyetçilik... Berkes ve yoldaşları elbet İslâmcı olamazlar. Ne onların ahlak,
iz’an ve meşrebi elverir buna ne de İslâm Türk midesi kaldırabilir. Her
İslâmcılık son hedefte Batıcılıkla birleşir. Rönesansla başlıyan bugünkü
Batının üç sütunundan biri Antikite, biri Hıristiyanlık ise, bir sütunu da
İslâm ilmi ve felsefesidir. Rönesansı hazırlayan başlıca mayanın, kah
haçlıların yağmaları ile Kudüs ve Bağdat’tan kaçırıldığını ve kah, Endülüs
Müslümanları eliyle Avrupa’ya sokulduğunu kim inkar edebilir?”
[2] https://www.milligazete.com.tr/makale/5586653/mucahit-gultekin/bagdat-paktindaki-irana-dost-d-8deki-irana-dusmaniz, https://www.milligazete.com.tr/makale/3583792/mucahit-gultekin/dostumuzu-dusmanimizi-neye-gore-belirliyoruz,
[3] Ayrıntılar ve diğer örnekler için bkz. Cemil Hakyemez, Osmanlı-İran
İlişkileri ve Şii-Sünni İttifakı, Kitap Yayınevi, 2014.
islamianaliz